26 Nisan 2019 Cuma

BENİM CİCİ TAKINTILARIM

BENİM CİCİ TAKINTILARIM
    Yukarıdaki başlık çok absürt gelebilir size. “Takıntının cicisi mi olurmuş canım” diyebilirsiniz. Hatta “Kesin değişik değişik şeyler söyleyecek” deyip okumayı daha bu paragrafı bitirmeden bırakabilirsiniz. Sorun değil hiç kafama takmayacağım bırakabilirsiniz. Ya da neyse biraz sabredin canım, takıntılı bir adamın yazı yazması öyle kolay olmuyor. Yok şu kelime olmadı, şu paragrafta anlatılanlar gereksiz, yok konunun dışına çıkmışım sil geri dön, toparla düzelt; hatta biraz da dikkat dağınıklığı olunca başka bir şeye takılıp gitmeler falan derken İsmet Özel’in “güç bela kurduğum cümle işte bu” demesi gibi buraya yazdıklarımı okursunuz umarım. Okuyun ha!
    Bu cümleyi de okuyorsanız demek ki dikkatinizi çekmeyi başardım. Haydi başlayalım o zaman. Aslında bu yazıyı konu hakkında pek çok bilimsel makaleyi inceleyerek size takıntıları ya da bilimsel adıyla obsesif kompülsif bozukluğu anlatabilirdim. Ama bunu yapamam çünkü ben bir psikolog ya da psikiyatr değilim. Ama her ne kadar konunun mekteplisi olmasam da kendimi alaylısı olarak görmekte de bir mahzur görmüyorum. “Sonuna kadar takıntılıyım kardeşim” demek geldi içimden şimdi. Konuya bu şekilde yaklaşmakla bahsi geçen meslek sınıfından olanların işini hafife aldığım düşünülmesin, alınmasınlar da: “Allah yokluklarını göstermesin ama muhtaç da etmesin” kabilinden yaklaşmayı tercih ediyorum kendilerine. Takıntı müptelası olan benim gibi pek çok insanın onlarsız bu durumdan kurtulması zor. Elbette profesyonel yardım almak gerekiyor. Ama bizim konuyla alakalı başka bir bakış açısı getirmemizin de bir sakınca yoktur herhalde.
    Obsesif kompülsif bozukluk yani takıntının, biz bu yazıda daha çok bu ifadeyi kullanacağız, pek çok türü ve tezahürü var. Yolda gördüğü arabaların plakalarını ezberleme takıntısından temizlik takıntısına, imanî ve dini meselelerle ilgili takıntılarından düzen takıntısına kadar farklı türde takıntıların olduğunu molla google’a sorarak öğrenebilmeniz mümkün. Takıntıların sebepleri konusunda mektepli hocalarımızın elbette ki söyleyecekleri çok şey vardır ama “damdan düşenin halini damdan düşer anlar” hakikatinden hareketle konuya müdahil olmayı kendime bir sorumluluk olarak görüyorum.
    Sadede gelelim artık. Takıntıların dini terminolojide adı “vesvese”. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin konuyla alakalı muhteşem tespitleri var.  Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatından Sözler kitabında Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamı kısmında konuyu geniş bir şekilde ele alır. Zat-ı muhteremin sadra şifa olan bu eserini takıntı ve vesveseden muzdarip haldaşlarıma şiddetle tavsiye ederim. Bediüzzaman, vesveseyi musibete benzetir ve vesvesenin sebepleri, sonuçları ve dahi çözüm yollarını gayet veciz bir şekilde ifade eder.  Bediüzzaman’ın vesvesenin daha çok “hassas asabilerde” göründüğünü ifade etmesi kayda değer bir tespit. Saman alevi gibi çabuk parlayıp çabuk sakinleşebilen bu kardeşinizde neden takıntılılık olduğunu açıklıyor. Kendine güven duygusu zayıf olunca da iç hesaplaşmalar alıp yürüyor haliyle. Ama Bediüzzaman, vesveseden kurtulma yolunu tam aksi olarak gösteriyor ve diyor ki: “Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musîbete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen(korkmazsan) hafif olur, mahfî(gizli) kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.” Yani kısaca “önem verme” diyor.  Bunları ilk kez okuyan takıntıya müptela olmuş birinin nebze rahatlaması mümkün. “Bir nebze” derken kastım, kardeşiniz gibi uzun bir dönem bu musibete maruz kalmış birinin her ne kadar önem vermemesi gerektiğini bilse de bunu davranış haline getirmesi biraz zaman alıyor. Bu musibet önem vermemeyi öğrendiğinizde elbette bir gün geçip gidiyor bundan emin olun. Ama bir şeyleri takıntı yapma sizde bir özellik olarak kalıyor. Değişen zamanlarda değişen şeyleri kolaylıkla takıntı yapma gibi bir yeteneğiniz oluşuyor.
“Takıntı yapmanın nesi yetenekmiş?” diye sorduğunuzu varsayarak cevap vereyim efendim. “Zaten bu yazının ana fikrini de bu soruya vereceğim cevaplar oluşturuyor” diyelim de iki saat yazının ana fikrini bulmak için uğraştırmayım sizi. Evet, takıntılı olmak; aşırıya gitmemek, hasta olmamak, çevrenizi ve ailenizi rahatsız etmemek şartıyla; sizi çalışmaya, üretmeye, bir şeyler yapmaya, gayrete itecek, zorlayacak, adım attıracak hatta sizi sonuca götürecek bir yetenektir. Ancak kafaya taktığınız işleri başarabilirsiniz. Konuyu biraz daha açarsak, yukarıda da bahsettiğim gibi vesvese veya takıntı her ne derseniz deyin çoğu zaman kişiyi hiçbir şeyi kafaya takamadığı, bir şeyler üretmeden işe yarar bir iş yapmadan rahat rahat yaşayıp gittiği bir dönemde bulur ve müthiş bir şekilde rahatsız eder. Hele de ne olduğu anlaşılmaz ise kişiyi hasta eder. Artık bundan sonra Necip Fazıl’ın “fikir çilesi” dediği gibi iç hesaplaşmayla boğuşulur. Meselenin iç yüzü öğrenildikçe hatta alınan profesyonel destekle sıkıntılar bertaraf olur. Olur olmasına da bir şeyleri takıntı yapabilme potansiyeli yok olup gitmez. Fakat şunu bilmemiz gerekir ki, kâinatta hiçbir şey boş ve anlamsız yere yaratılmamıştır buna takıntı da dâhildir. Takıntılarımız bizi harekete geçirecek müthiş bir enerjiyi içinde taşır. Her ne kadar başlangıçta insanı gerse de bu durum bir yayın okunu hedefi tam isabet vurabilmesi için gerilişine benzetilebilir. Kişinin ataletten yani tembellikten, vurdumduymazlıktan kurtulması için bir nevi fırsat olur.
Bediüzzaman, yukarıda bahsettiğimiz eserinin aynı bölümünde: “İfrata(aşırıya) varmamak, hem galebe çalmamak(üstün gelmemek) şartıyla, asl-ı vesvese(vesvesensin aslı) teyakkuza(uyanıklığa) sebeptir, taharrîye(araştırma, inceleme) dâîdir(sebeptir), ciddiyete vesîledir; lâkaydlığı atar, tehâvünü(aldırış etmemeyi) def’ eder(ortadan kaldırır). Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda(imtihan yerinde), şu meydan-ı müsâbakada(yarış meydanında), bize kamçı-yı teşvik(teşvik kamçısı) olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor.” Sözleriyle tam da anlatmaya çalıştığımız durumu ifade ediyor.
Demem o ki, takıntılarınız varsa bu korkulacak bir durum değildir. Hele de kendinizle bir savaşa girmenize de gerek yoktur. Önemli olan bu durumun kişiye özel bir potansiyelden kaynaklandığını bilip bu potansiyeli doğru bir kanala yönlendirmektir. Gün içinde yaşadıklarınızı veya insanlarla olan ilişkilerinizi veya herhangi başka bir şeyi takıntı yaparak enerjinizi harcamak yerine; olumlu işlerle yani üretme, hizmet, çalışmayla huzuru yakalayabilir daha mutlu olabilirsiniz. Tek şart her şeyde olduğu gibi her türlü aşırılıktan uzak durmaktır elbette.
Son söz olarak diyelim ki: Ey benim gibi takıntılı kardeşim, takıntıların her ne kadar seni zorlasa da aslında onlar senin sıçrama tahtandır, senin kendini tanıman ve toparlaman için bir vesiledir. “Bu nereden geldi başıma” deyip kendini daha fazla üzme, Rabbimizin İnşirah süresindeki mesajını tekrar tekrar oku ve anlamaya çalış, çünkü derdimizin dermanı oradadır: “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.” (inşirah 5-6-7)
Vesselam.
                                Hüseyin Hilmi ARSLAN
                                           19/02/2019

23 Nisan 2019 Salı

BİR TAŞIN HİKÂYESİNİN HİKÂYESİ


Bir taşın hikayesini yazmak için nereden başlamalı? “Merhaba ben bir taşım, binlerce yıl önce oluştum ve yine binlerce yıldır buradayım.”  diye başlasam editör nasıl bir tepki verir acaba? Daha devamını okumadan “n’cık, geç!” deyip kapatır mı sayfayı? Yoksa “Bir taşım ben, volkanik menşeliyim, binlerce yıl önce, daha dünya yüzeyi yeni yeni şekillenirken volkanik bir patlama ile çıktım yeryüzüne, dünya soğudukça ben de soğudum katılaştım, üzerimden nice rüzgârlar esti, çok fırtınalar gördüm. Yağmurlar yağdı tepemden hatta bir zaman binlerce metreküp suyun içinde kaldım, çekildi sular sonra üzerimden, nice ağaçlar yeşerdi kökleri parçaladı bünyemi. Eridim toprak oldum ama taş halinde kaldı bir kısmım. Şimdi bir çölün ortasında kumların arasında dik bir kaya olarak bulunmaktayım.” diye başlasam sevgili editörün ilgisini uyandırabilir miyim? Bu sefer de “böyle bir giriş mi olur arkadaş, amma uzatmış.” mı der acaba? “Ben bir taşım Allah yarattı var oldum, şimdi onun bana verdiği bu rolü yaşıyorum.”desem başlasam artık sevgili editör de ne derse desin.
    Sahi neden birinci kişi ağzıyla anlatıyorum ki bu taş bu sonuçta. Cansız dilsiz bir varlık. Kişileştirme yapmak zorunda mıyım? Bir taşı ruhu varmış gibi kabul etmek nasıl hava katar ki öyküye. Zaten ana fikri de düşününce bir taşı ruhu varmış gibi anlatmak çok mantıksız. O zaman şöyle başlasam: “O sadece bir taş; milyonlarca yıl önce kesinlikle tesadüf eseri olmayan bir şekilde var edildi.” galiba olacak gibi. Editörün nasıl bir tepki vereceği artık pek de umurumda değil. Zaten yayınlamayı da düşünmüyorum. Dergilere göndersem muhtemelen yayınlamazlar, üstüne bir de “Efendim çok okuyun az yazın.” diye akıl verirler nitekim haklılar da okumalı az yazmalı hatta hiç yazmamalı. Ne çok yazılıyor şimdi. Eskiden bu kadar yazı var mıydı efendim? Yazmak zahmetli bir o kadar da kıymetli bir işti. Öyle insanlar üç beş kitap okuyup “Haydi ben de yazayım bir şeyler.” deyip laptopu alıp önüne yazamazdı değil mi? Yıllar süren çalışmaların kıymetli meyveleriydi yazılanlar. Yazılanlar da öyle binlerce cilt çoğaltılamazdı, bir ciltlik eseri bulmak için yüzlerce belki binlerce kilometre yol gitmek gerekirdi ki o ciltler de genellikle ender sayıdaki büyük kütüphanelerde bulunurdu. Şimdi lüzumlu lüzumsuz her konuda yazılıyor. Önüne gelen yazıyor kardeşim, kıymeti mi kalır bunun? Niye anlatıyorum ki ben bunları şimdi. Gitti kafam yine. Bu dikkat dağınıklığı başıma bela benim.    
Neyse biz asıl mevzuumuza dönelim artık. Bir taşın hikâyesi diyorduk, üçüncü kişi ağzıyla anlatıma karar verdim sanırım. Çünkü hikâyeye göre bu taştan put yapıyorlar elleriyle, sonra tapınıyorlar karşısına geçip, hem de korkuyorlar kendilerini bir belaya uğratır diye. Aklı almıyor şimdi insanın eleriyle yonttuğu, bir vursa tepe taklak olacak bir cisme tapınmasını. Şimdi konusu bu olan hikâyedeki kahramanımız malum taşı birinci kişi ağzıyla anlatsam o putperestleri az biraz doğrulayacakmışım gibi geliyor bana.  “Ne alakası var” diyecek şimdi bu yazdıklarımı okuyan. Bence alakası var olmasa bile dağınık zihnim bir irtibat kuruyor. Hatta buraya tam da bu satıra şöyle yazmam için içimden bir istek duyuyorum: “Hani Michelangelo (Bu ismi yazmak için internete baktım bu arada. Sanki Mişelancelo yazsam ne olcaksa) Davut heykelini yaptıktan sonra karşısına geçip “Haydi konuş Davut” dediği rivayet edilir ya da bu manaya gelen bir söz, her neyse yani demem o ki Michelangelo taşın taştan başka bir şey olmadığını basbayağı biliyordu ama tanrılaşmak(nâmümkün kelimelerden biri, bu konuyu ayrı çalışmalıyım) hevesinden mütevellit böyle diyor kanaatimce. Şimdi kurduğum -belki size göre uzak, bana göre yakın- alaka şu ki putları tapılır yapan tapıcısının ona yüklediği anlam bir nevi ona üflediği ruhtur. Yani tapan aslında nefsini tanrılaştırmaktadır, bu durumun hikâyemizdeki taş ile irtibatına gelince: ben onu bir taştan öte ruhu olan bir varlık gibi anlatırsam ona tapanların haklılığını bir nevi delillendirmiş olacağım. Oysa hikâyenin sonunda mesaj olarak; onun sadece bir taş olduğunu, taşa tapmanın mantıksız olduğunu, günümüz insanın buna gülerken aslında kendi eliyle yaptığı pek çok şeye taptığını bugünkü putperestliğin eski putperestliğin sadece level atlamış hâli olduğunu falan nasıl verebilirim ki? Velhasıl bu hikâyede birinci kişi ağzı kullanırsam Michelangelo’dan ne farkım kalır? Bu arada Michelangelo’yu da yerin dibine batırdım. Zaten bana göre Hz. İbrahim(a.s)’in putları yere yeksan ettikten ve en iri putu sağlam bırakıp boynuna baltasını astıktan sonra soranlara “Belki o kırmıştır!” demesi Michelangelo’nun Davut heykelinden sonsuz kere daha büyük sanat taşıyor.
Dedim ya dağınık bir zihnim var, dağılıp gidiyorum. Yetti artık başlayayım değil mi?
“O sadece bir taş; milyonlarca yıl önce kesinlikle tesadüf eseri olmayan bir şekilde var edildi ve milyonlarca yıl boyunca olduğu yerde kaldı. Üzerinden nice rüzgârlar, fırtınalar esti.  Onu önce bu fırtınalar yonttu sonra sular parçaladı gövdesini. Sonra Yaratan etrafını bir çöle çevirdi. Onun kendine ait bir kaderi yoktu ama o zaten bir kaderin parçasıydı, insan denilen varlığın büyük oyununda bir dekor olmaktı onun görevi. Bunun farkında bile değildi asında olması da gerekmiyordu. O sadece kendi lisanıyla hakkı zikretmekteydi binlerce yıldır.” Şimdi bu cümleden sonra “Hani taşların ruhu olmazdı? Nasıl zikrediyorlar o zaman?” diyeceksiniz. Haklısınız onların da zikredebildiğini ben uydurmadığıma, bunun bir Kur’an(İsra-44)  buyruğu olduğuna göre muhtemelen; düzeltiyorum cidden yanıldım o zaman. Ruhları var diyemem ama bizim anlayamayacağımız (ki bunu anlayamayacağımızı yine aynı ayetin devamı söylüyor) bir şekilde farklı şuur durumuna sahipler diyebilirim. Bu durumda birinci kişi ağzıyla anlatmam sorun olmasa gerek. Dedim ya dağınık bir zihnim var.
İtiraf ediyorum bu yazıyı sonunda kayda değer bir şeyler çıksın diye yazmıyorum.  Yayınlamayı da düşünmüyorum. Belki kendime yüzleşmek istiyorum, belki alıştırma yapmak istiyorum hepsi bu. En azından bir öykü yazacaksam konusunu ve haritasını oluşturmam gerektiğini n farkına vardım. Bu da bir şeydir.

Hüseyin Hilmi ARSLAN