“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”
Eğer savaşlar silahsız ve sadece fikirlerle yapılabilseydi Necip Fazıl hiç şüphesiz çilesi, fikirleri ve mücadelesiyle tarihimizin şanlı fatihlerinden sayılırdı. O katıksız bir fikir savaşçısı ve mücadele adamıydı. Üstad adeta kollarını makas gibi açarak yığın yığın felakete giden bir neslin karşısına durmuş tüm gücüyle “Durun!” diye haykırmış, yetmiş küsur yıllık ömrünü bu mücadeleye adamış bir insandır.
Necip Fazıl yaşadığı dönemin; özünden koparılmış, kimliği unutturulmuş gençliğine kendini adeta yakarcasına aydınlatan bir kandil olmuştur. Kesinlikle gençlik için milli bir refleks ve dinamizm oluşturucu bir fikir aşıcısı, bir ideal adamıdır. “Ben yoksam kimse yok!” şuurunun fark ettiricisi bir dava adamıdır Necip Fazıl.
Necip Fazıl, pek çok mücadele ve aksiyon insanı gibi önce inkılâbını kendi ruh dünyasında gerçekleştirmiş; adeta ölmeden önce ölmeyi, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmeyi başarmış; önce yanmış ve nihayet küllerinden yeniden doğmuştur. Hz. Ömer gibi, Bişr-i Hafî gibi, Malcom X gibi öncesi ve sonrası olan bir düşünce ve inanç devrimi yaşamıştır. 1934 tarihi Necip Fazıl için milat olmuştur.
1934’ten öncesinde Necip Fazıl yatağını aryan ırmak gibidir. Onun bu tarihten sonraki hayatını ve mücadeleci karakterini anlamak için bu tarihten öncesini de iyi anlamak lazımdır. Necip Fazıl’ın hayatının bu tarihe kadar olan kısmında üç insanın büyük etkisi olmuştur; birincisi dedesi Hilmi Bey ikincisi babası Fazıl Bey, üçüncüsü annesi Mediha Hanımdır. Osmanlı’nın meşhur hâkimlerinden olan dedesi Hilmi Bey’in konağında dünyaya gelen Necip Fazıl klasik bir Osmanlı ailesinin havasını solumuştur. Hilmi Bey torunun ilk eğitimiyle yakından ilgilenmiş vefatına kadar hep dizi dibinde tutmuştur. Necip Fazıl’ın özüne nüfuz eden şecaat hissinin dedesinden tevarüs ettiğini söyleyebiliriz. Babası Fazıl Bey ise Osmanlı’nın son dönem buhranını temsil eder. Babası Hilmi Bey kadar köklerine bağlı değildir. Kapalı bir kimliği vardır. Nitekim babasının vefatından sonra Mediha Hanım’dan ayrılır, Necip Fazıl annesiyle başka bir yere taşınır. Necip Fazıl’ın gençlik yıllarında ortaya çıkan buhranlı ve çalkantılı ruh halini babasından aldığı ortadadır. Annesi Mediha Hanım ise naif bir Osmanlı kadınıdır. Parçalanmış ailesi ve hastalıklarla yorulmuş çileli bir kadındır. Kızını küçük yaşta kaybeden Mediha Hanım Necip Fazıl’ın üstüne fazlasıyla titrer, eğitimini devam ettirmesi için gayret eder. Necip Fazıl’ın şairliğini annesine borçluyuz. Elbette iç dünyasını şekillendiren merhamet hissinin annesinden geldiğini söyleyebiliriz.
Necip Fazıl çocukluğunu geride bırakıp gençliğe adım attığında artık Osmanlı yıkılmaktadır. Millet savaşlarla yorulmuş, ileri derecede fakir düşmüştür. Gençlerin çoğu cephelerde kaybedilmiş kalanların az bir kısmı milli mücadele için çırpınırken bir kısmı da vurdumduymazlığın zirvesine çıkmıştır. Necip Fazıl cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Paris’tedir. Tam bir bohem hayatına dalmıştır. İçinde kaybolduğu fırtınalı bir denizdedir. Yatağını yanlış yerde aramaktadır Necip Fazıl. Aynı zamanda şiirleri beğeniyle takip edilmeye başlanmıştır. O dönemki şiiri içindeki fırtınalarda çırpınışların bir tezahürüdür.
Necip Fazıl gençlik döneminde gerilen bir yay gibidir. Ama hâlâ okunun hedefini bulamamıştır. Ona bu hedefi bulduracak olan Piyer Loti’ye çıkan yolda bir tekkede 1934 yılında “Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel,” bir vakitte “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız/Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!” diyerek işaret ettiği Seyyid Abdulhakim Arvasi(k.s) ile tanışır. Yıllar yılı savrulduğu fırtınalı denizden artık kendisine limanı gösterecek feneri bulmuştur. Gidip gelmelerin düşüp kalkmaların tarifi zor izler bıraktığı adına fikir çilesi dediği bir dönem başlar artık.
“Gaiplerden bir ses geldi: bu adam/ Gezdirsin boşluğu ense kökünde!/Ve uçtu tepemden birdenbire dam/Gök devrildi künde üstüne künde” dizelerinde ifade ettiği gibi büyük sarsıntılar yaşar. Bütün varlığını sorgulamaya başlayarak mürşidinin işaret ettiği limana doğru yol alır artık. Yol kolay değildir; bu durumu “Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş/ Fikir çilesinden büyük işkence” diye tarif eder. Bu sıkıntılı süreç neredeyse mürşidinin vefatına kadar devam eder. Mürşidinin zorla İstanbul’dan gönderilmesine kadar sıklıkla ziyaretine gider; bu gidip gelmeleri yaşantısında da yaşar. Düşer kalkar ama sonunda istikametini bulur; artık sanatta ve hayatta gayesini bulmuştur: “Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu gerisi yalnız çelik çomakmış.” sözleriyle ifade eder bu gerçeği. O zamana kadar yaşadığı tüm süreci “O ve Ben” adlı eserinde anlatır Necip Fazıl.
Adeta 1934’ten önceki dönemi hamlığının 1934’ten sonra pişmesinin 1943’ten sonraki dönem ise yanmasının dönemidir. 1943’te “Büyük Doğu” dergisini çıkarmaya başlar. Müslüman gençliğin inşası uğrunda gecesini gündüzüne katarak çalışır. Sansürlere aldırış etmez, defalarca kez mahkum olur. Gençliği “Güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” “marka Müslümanlarından” kurtarmanın davasını gütmeye başlamıştır.
Necip Fazıl sadece mücadele insanı değildir. Uğrunda mücadele ettiği hakikatleri bayraklaştıran bir fikir ve dava adamıdır. “İdeolocya Örgü”yle fikrinin ütopyasını ortaya koymuştur. Müslüman Türk gencine, kendisine biçilmiş sözde özgülük özde esaret dünya sistemlerini kabullenmemesini “İslam”ın tüm sistemlerin üzerinde dünya ve ahiret davası olduğunu kavraması gerektiğini anlatır yılmadan. Büyük Doğu mefkuresini anlatmak için konferastan konferansa koşmuş gecesini gündüzüne katarak mücadelesine yılmak bilmez bir azimle devam etmiştir. Onun azmi, çoğu kimsenin cahil gördüğü bir işportacıyı bile bir hedefe ve davaya hizmet ettirecek; çoğu üniversite bitirmişten bile daha donanımlı hale getirecek bir enerji ile doluydu. Sanatının gücünü Allah yoluna râm eden Necip Fazıl, şiirleriyle davasını destanlaştırırken tiyatro ve romanlarıyla da aynı davaya hizmet ediyordu. “Bir Adam Yaratmak” ile maddeciliği sorguluyor “Reis Bey” ile merhametsiz adaletin de zulüm olduğunu gösteriyordu. Tarih yazmanın malumat vermekten öte bir şey olduğunu “Yeniçeri” ve “Son Devrin Din Mazlumları”yla ortaya koyuyor. Bize yutturulmaya çalışılan tarihi sorguluyordu. Daha pek çok eseriyle yatağında çağlayarak akan Necip Fazıl geçtiği çöllerde ileride gümrah ormanlar olacak fidanlar yetiştiriyordu.
“Mehmedim sevinin başlar yüksekte/Ölsek de sevinin eve dönsek de/ Sanma bu tekerlek kalır tümsek de/ Zaman elbet bizimdir elbet bizim/Gündoğmuş, gün batmış ebet bizimdir.” dizeleriyle ifadelendirdiği hakikat çok geçmeden gerçekleşmiş ve Necip Fazıl, Müslüman Türk gençliğinin kendine “Üstad” saydığı bir şahsiyet olmuştur. Maalesef ki bugün biz hâlâ fikirde, sanatta ve aksiyonda Necip Fazıl’ı geçecek insanlar yetiştiremedik. İşte bu yüzden onların temelini attığı “bu öksüz yapıyı” sürdürmek adına çok çalışmalıyız çok düşünmeliyiz. Aksi takdir de utanılacak hallere düşmemiz kaçınılmazdır. Şu bir gerçektir ki hiçbir fikir ve dava adamı son sözü söylememiştir. Biz Necip Fazıl gibi ustalardan aldığımız emaneti daha ileri götürecek azmi yakalamalıyız. Bunun için de öze dönmeli Kuran ve Sünnetin rehberliğine yapışmalıyız. Öncülerin saçtıkları tohumların fidanları olmalı her birimiz hakikat uğruna bayraklaşmalıyız.
Hüseyin Hilmi Arslan
Allah razı olsun. Kalemine sağlik
YanıtlaSil