8 Nisan 2020 Çarşamba

YANIBAŞIMIZDA UNUTTUĞUMUZ KIYMET: KOMŞULUK


Bu yazı Mostar dergisi Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.

            Popüler tabirle yatay mimarili mahallelerde, köylerde doğup büyümüş sonradan, dikey mimarili, minimal yaşam alanlı sitelerin mukimi olmuş bizim neslin çocukluk ve ilk gençlik zamanlarının tatlı hatıraları olarak kalmıştır komşuluk ilişkileri. Her biri ayrı avlulara sahip ortalama yüz-yüz elli haneli köy ve mahallelerimizde herkesin herkese yakın olduğu, hayatı tüm yönleriyle beraber paylaştığımız yaşam biçiminden; altlı üstlü, dip dibe ikamet ettiğimiz sitelerde bir selamı bile paylaşmadan yaşadığımız tuhaf zamanlara geldik. Haliyle “hey gidi günler” kabilinden böyle bir yazı yazmanın gereği orta çıkıyor diye düşünüyorum.
            Peki neydi komşuluk, nasıl ortaya çıkmıştır? Evvela söyleyelim ki, medeniyetimizin en işlek kavramlarından biri olan komşuluk, bizde hem inanç hem de gelenek açısından derin köklere ve ilahi referanslara sahiptir. Türkçe kon(mak) kelimesinden türetilen “karşılıklı konaklamak” anlamına gelen “konış” kelimesinin zamanla söyleniş değişikliğine uğramış halidir, komşu kelimesi. Zaten Anadolu’nun kimi yerlerinde hâlâ eski söylenişe benzer “konşu” şeklinde telaffuz edilir. Eski Türk boylarının konargöçer yapısı düşünüldüğünde “karşılıklı konaklamak” anlamı anlaşılacaktır. Bu karşılıklı konaklamanın birbirlerine güven ve samimiyet duyanlarca yapılmasından ise geleneksel komşuluğun güven ve samimiyet ilkeleri üzerine kurulduğunu çıkarabiliriz.
Komşuluğun ikinci temeli ise inanç boyutudur. Medeniyetimizin hemen her öğesi ya ilahî bir buyruğa ya da Efendimizin(s.a.v) sünnetine dayanmaktadır, mesela sadaka taşları “bir elin verdiğini öteki elin görmemesi” şeklindeki nebevî inceliğin yansımasıdır. Komşuluk hukuku da aynı kaynakla ilkelerini netleştirmektedir. Kuran-ı Kerim’de Allah Teala’nın “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elinizin altında bulunanlara iyi davranın…” (Nisa 36) buyruğu ile Efendimizin (S. A. V.) “Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben, Allah-u Teala komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” ve “Komşusu açken kendisi tok yatan mü’min değildir.” gibi hadisleri komşuluk ve hukukunun inanç temellerini ifade etmektedir. Komşuluğun gelenek açısından bakıldığında toplu yaşamanın temel bir gereği olduğu, inanç açısından bakıldığında titizlikle korunması gereken bir hukuku olduğu aşikârdır. Yine Hasan Basrî(Ra.) Efendimiz’den (S.a.v) nakille komşuluğun sınırını “Önden kırk ev, arkadan kırk ev, sağdan kırk ev, soldan kırk evdir.” şeklinde tarif eder. İşte bu buyruklardır ki komşuluğu, hayatımızın önemli bir görevi kılmaktadır.
            Bazen kaybettiklerimizin kıymetini daha iyi anlamak için bir yabancının konuyla ilgili değerlendirmelerine kulak vermek faydalı olabilir. Nitekim Osmanlı’da Günlük Yaşam adlı kitabın yazarı olan Raphaela Lewis Osmanlı mahallesini şöyle anlatır: “Osmanlı kültüründe birey için “mahalle” ailesinden sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sakinleri arasında hemşerilikten daha kuvvetli, adeta akrabalık derecesinde dayanışma vardı. Herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterirdi. Bu nedenle yapıların manzara cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı.” Raphaela bu ifadelerden anlaşılıyor ki komşuluk ve mahalle hukukuna ancak kıyısından kenarından vakıf olabilmiştir. Onun fark edemediği en önemli incelik, evlerin birbirinin manzarasını etkilemeyecek şekilde konumlandırılmasının asıl hikmeti mahremiyete duyulan hassasiyettir. Osmanlı ve diğer İslam toplumlarında komşuluk ilişkilerinde üzerinde en hassas olunan konu mahremiyettir. Öyle ki kapı tokmaklarının gelen ziyaretçilerin cinsiyetini belli edecek biçimde farklı sesler vererek ev halkının ona göre tedbir almasını sağlamak için iki tane halka olması, evlerin önce sofa sonra avlu denilen bölümlerinden geçilerek sokağa ulaşılacak şekilde tasarlanması, çıkmaz sokak diye bugün tabir ettiğimiz aslında birkaç eve ait avlunun sokakla doğrudan alakasının önüne geçmek için bırakılan girintilerin oluşu hep mahremiyete duyulan hassasiyetin sonucudur. Yine Osmanlı ev mimarisinde balkon olmayışı lakin balkon yerine avlu- bahçe alanlarının oluşu aynı hasassasiyetin eseridir. Sıklıkla yapılan komşu ziyaretlerinde de mutlaka erkek ve kadınlar ayrı odalarda ağırlanması da yine aynı durumun neticesidir. Genelde her evde avlu içinde ayrı bir oda bulunur yatılı gelen misafirler burada kalırlardı. Bu odaların köylerde daha faal kullanıldığını hatta misafir ağırlama konusunda komşuların adeta birbirleriyle yarıştıklarını söyleyebiliriz. Büyüklerimizden, köylerine giderken köyümüzün içinden geçmek durumunda olan yolcuları, o zamanlar otomobil vs. araçlar yaygın değildir, çevirip zorla misafir ettiklerini çok duymuşuzdur. Bu durum bizde komşuluk sınırlarının fiziki açıdan çok daha geniş tutulduğunu da göstermesi açısından ilginçtir. Öyle ki komşu ev kadar, komşu mahalle, komşu köy kavramları da komşuluk lügatimize dâhildir.
            Bir kavramın ya da yaşantının toplum tarafından benimsendiğinin hatta vazgeçilemez olduğunun en önemli belirtisi yazılı kanunlara yansımasıdır. Komşuluk hukuku denilen kavram belki sadece İslam toplumlarında olan bir kavramdır. Bugün Batı’dan kopyala yapıştır yaparak aldığımız kanunlarda komşuluk hukuku yer almasa da İslam Hukukunun önemli meselelerinde komşuluk ilişkilerinin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. “Şuf’a hakkı, komşu şahitlikleri, avarız vakıfları” gibi doğrudan ve dolaylı hukuki kavramların komşuluk üzerine olması, komşuluğun toplum hayatındaki vazgeçilmezliğini göstermektedir. 
Şuf’a hakkı, kısaca bir mülkün satışında ilk teklifin komşuya yapılması gerektiği ya da komşuların rızası ile üçüncü derece alıcılara satılabilmesi anlamına gelmektedir. Bu kural İslam hukukunda başlıca bir konudur ve Osmanlı toplumunda ciddiyetle uygulanmıştır. Nitekim bu hakkın ihlal edildiği alışverişlerin kadı tarafından iptal edildiği çoklukla vakidir. Kaynaklar bu kuralın hikmetini mahalle huzurunun korunmak istenmesiyle açıklamaktadırlar.
Komşu şahitlikleri, bazı yargılamalar sırasında yeterli delil ve şahit bulunamadığı zaman kendisine suç isnat edilen kişiler hakkında komşularının olumlu(hüsn-i hal) ya da olumsuz(su-i hal) şahitlikleri hükmün verilmesinde önemli bir etkendir Osmanlı hukukunda; yani suçlu şüphesiyle yargılanan, ama hakkında net hüküm vermeyi sağlayacak delil ve şahitlerin yeterli olmaması durumunda, bu kimseler için komşularının “yaramaz insandır“ ya da “biz bir kötülüğünü görmedik” kabilinden beyanları haklarında verilecek hükmü doğrudan etkilediği görülmektedir. Bir diğer dikkate değer uygulama ise; herhangi bir mahallede gerçekleşen faili meçhul cinayetlerde tüm mahalle sakinlerinin maktülün yakınlarına diyet ödeme yükümlülüğü getirilmiş olmasıdır. Böylelikle “bana necilik” ortadan kaldırılmakta komşuların hem birbirlerinden hem de mahallerinde olan biten olaylarda sorumluluk almaları sağlanmaktadır. Bazı uygulamalar ise mahallede komşuların yaptırım güçlerini örneklemesi bakımından ilginçtir, şöyle ki: Gayri ahlaki davranışlar sergileyen kişiler komşuları tarafından önce uyarılır, düzelme olmazsa kapılarına katran sürülerek ifşa edilirdi, hatta bu tür kişilerin mahalleden çıkarılmasını isteme hakları da vardı.
Avarız vakfı ya da avarız sandığı olarak isimlendirilen kurumlar, komşuların birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışması ile mahallenin cami, mektep, medreselerinin bakım ve onarımları gibi işler için kurulmuş tamamen mahalle sakinlerinin yardımlarıyla çalışan kurumlardı.
İşte yukarıda belirttiğimiz hukukî ve sosyal uygulamalarla komşunun komşu üzerindeki hakkı yasal bir zemine oturtulmaktadır. Böylelikle komşuluk ilişkilerinde bana necilik önlenmiş, toplum kendi otokontrol mekanizmalarını geliştirmiştir. Bugün tabi olduğumuz kanunların içerisinde bu minvalde uygulamaların yer almamış olmasının en önemli sebebi yukarıda belirttiğimiz gibi kanunların, bizden olmayan Batı’dan taklit edilmesidir. Haliyle Batı kültüründe komşuluğun bir hukuku olmadığı sonucu da buradan anlaşılmaktadır.
Anadolu’da imece veya höbülleşme denilen çok önemli bir kavram vardır. Modernleşmeye tam teslim olmamış küçük şehirlerde ve köylerde yaşatılan imece kültürü, komşuların ortak menfaate dayalı işleri beraber görmeleri veya şahsi işlerinde sırayla birbirleriyle yardımlaşmaları demektir. Günlük hayatın pek çok alanında komşunun komşuya muhtaçlığının en bariz sonuçlarındandır. Elbirliğinin, yardımlaşmanın, dayanışmanın tezahürüdür.  İmecede esas olan mahallenin ya da köyün ortak menfaate dayalı işlerinin beraber halledilmesi iken; höbülleşme ise daha çok komşuların birbirlerinin işlerini sırayla halletmeleri anlamlarına gelmektedir.
Eski komşuluk ilişkilerindeki bir diğer güzellik ise cenaze taziyelerinde görülmektedir ki bu: Sünneti Seniyye’den tevarüs edilen bir uygulama olan taziye evinde yemek pişmesine komşularca müsaade edilmemesidir. Eğer bir evden cenaze kalkmışsa üç gün süreyle genelde cenaze evinin kıble tarafından başlayarak sırayla cenaze sahiplerinin yemek ihtiyaçları komşuları tarafından giderilirdi. Bu güzel uygulamanın yine bazı Anadolu şehirlerinde korunmakta olduğunu görmekteyiz.
Medeniyetimizin en önemli dinamiklerinden biri olan komşuluk ilişkileri elbette bu anlattıklarımızla sınırlı değil. Ama girişte belirttiğimiz gibi komşunun artık külüne değil selamına, güler yüzüne, güvenine kısaca birbirine muhtaç olduğu bir çağda yaşıyoruz. Peki, bizi yukarıda anlatmaya çalıştığımız bu kıymetten uzaklaştıran nedir?  Herhalde bu sorunun cevabını ancak komşularımızla iyi ilişkiler kurduğumuzda verebileceğiz.