28 Mayıs 2020 Perşembe

ÖLMEYEN ÂŞIK: BİZİM YUNUS

Mostar dergisi Şubat 2020 sayısında yayımlandı 

    12 ve 13. yüzyıllar İslam dünyası için bir taraftan Haçlı diğer taraftan Moğol zulmüne uğradığı, içte ise Hasan Sabbah’ın başını çektiği Haşhaşilik gibi fitneci akımların baş gösterdiği yıllardır. Moğolların önünden kaçan Türk boyları akın akın Anadolu’ya göçmektedirler. Yüzyıllar boyunca İslam coğrafyasının ilim ve idare merkezleri olmuş Semerkand, Buhara ve Bağdat gibi şehirleri Moğollar eliyle harap olmuştur. Müslümanlar bu yıkımlarla bîtap düşmüştür. Anadolu bu zor zamanları en derinden hissetmiştir. Büyük Selçuklu Devletinin parçalanıp yıkılmasından sonra Anadolu Selçukluları da fazla dayanamamış Moğol işgaliyle dirliğini ve bağımsızlığını kaybetmiştir. Bu kargaşa ortamı içinde o zamana kadar Selçuklulara bağlı olan Beylikler kendi bağımsızlıklarını ilan etmiş, neredeyse Anadolu’nun her bölgesinde bir beylik devlet olma iddiasıyla baş göstermiştir. Daha sonra ki yıllarda ümmetin dirliğini tekrar sağlayacak Osmanlılar dışında hep birbirleriyle mücadele içindedirler. Bu kargaşadan en çok etkilenenler ise daha Anadolu’ya yeni yeni gelip yurt tutmaya çalışan Müslüman Türk boyları olmuştur. İslam dünyası dolayısıyla Anadolu için karanlığın en zifiri olduğu zamanlardır. 

İşte Yunus Emre böyle bir zamanda 13. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelmiştir. Farklı rivayetler olmakla beraber Eskişehir ili Sivrihisar İlçesine bağlı Sarıköy’den olduğu kuvvetle muhtemeldir. Kimi kaynaklarda ümmi olduğu, belli bir eğitimden geçmediği ifade edilse de biri divan olmak üzere iki önemli ve hacimli eser vermesi ayrıca belli bir eğitim gerektiren ciddi sayıda aruz ölçülü şiiri olması Yunus Emre’nin önemli bir eğitimden geçtiğini göstermektedir. Hatta Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre medrese eğitimini Konya’da almıştır. Kimi kaynaklara göre de bir dönem kadılık yapmıştır. Yunus Emre yaşadığı dönemde Mevlana Celaleddin Rumî(k.s.), Hacı Bektaş-ı Velî (k.s.) ve Ahi Evran (k.s.) gibi tasavvuf büyükleriyle aynı dönemde bulunmuştur; ancak o, Ahmet Yesevî (k.s.) hazretlerinin yaktığı çerağın Anadolu’daki ışıklarından Tapduk Emre’ye (k.s.) mürit olmuştur. Yunus’u, önce Derviş Yunus sonra da Bizim Yunus yapan da Tapduk Emre (k.s.) hazretleridir. Bizim Yunus’un kırk yıl Tapduk Emre (k.s.) dergâhında hizmetten sonra şeyhinden icazetle kendi dergâhını kurduğu rivayeti kuvvetli olsa da o, dervişlik deyince akla ilk gelen isimdir. Adeta dervişlik, sufîlik onunla özdeşleşmiştir yani mürşitlikten ziyade dervişliği ile bilinmiştir. Bununla beraber ilahileriyle adeta dervişliğin tanımını yapmıştır; tasavvuf yoluna girenlerin ondan yolun hâl, edep ve erkânına dair öğrendikleri pek çok şey vardır ve Derviş Yunus ilahileriyle bu kutlu hizmete hâlâ devam etmekte ve yedi yüz sene önce tutuştuğu aşk ateşi ile hâlâ gönülleri harlamaktadır. 

Yunus Emre’nin hayatı menkıbebî anlatımlarla günümüze ulaşmıştır. Hakkında yazılan eserlerin dönemine en yakını bile iki yüz yıl sonra kaleme alınmıştır. Bu da haliyle halk arasında dolaşan yarı efsane yarı hakikat rivayetlerin doğmasına sebep olmuştur. Ancak Anadolu insanınca o kadar benimsenmiştir ki kendisine atfedilen pek çok mezar ve makam olmakla birlikte kabrinin asıl yeri bilmemektedir. Bu durum kendisi gibi pek çok Hâk aşığında görülen bir durumdur. Anadoluda pek çok beldede adına yapılmış makamlar olduğu gibi Azerbaycan’daki Gah’ta bile bir makamı bulunmaktadır. Bununla beraber Yunus, Yunus Emre adıyla yazmış, söylemiş birden fazla şahıs olduğu bilinmektedir ki bu aslında Yunus Emre’nin ne kadar sahiplenildiğinin bir diğer göstergesidir. 

Efendimizin (s.a.v.) “… muhakkak ki şiirde hikmet vardır.” hadisine dayanarak gelişen İslam şiir geleneği, hem divanda hem de tekkelerde hikmeti dile getiren eşsiz bir sanat olarak tekke şiirini doğurmuştur. Yunus Emre (k.s.) ve diğer mutasavvıf şairlerin şiirleri, sadırlarından taşan İlahî aşkın terennümü olmakla beraber tekkede dervişlerin manevi eğitimi için söylenen nasihatlerde taşımaktadır. İlk örneklerini Ahmet Yesevi’nin (k.s.) hikmetleri ile veren Türk tasavvuf edebiyatı, Anadolu’da Yunus Emre hazretlerinin ilahileri ile mayalanmış; Süleyman Çelebi’nin (k.s.) yazdığı Mevlid-i Şerif ile zirveye çıkmıştır. Yunus Emre’nin bilinen iki eseri vardır, bunlar ilahilerinden oluşan divanı ile Risaletün Nushiye adlı manzum eseridir. Tekke edebiyatına kazandırdığı ilahileriyle yüzyıllar boyunca aşkla okunan ve dinlenen eserler vermiştir. Hatta ulaştığı özgünlük ile kendisinden sonraki yüzyıllarda Yunus gibi söylemek pek çok şair, ozan ve âşık için bir hedef olmuştur. Sehl-i mümteni denilen görünüşte basit ama manada derin sözler söylemenin en güzel örnekleri Yunus Emre ilahilerinde görülmektedir.  Kendisinden sonra Niyaz-ı Mısrî(k.s), Sümbül Sinan gibi pek çok mutasavvıf şairi de etkilemiştir. Ayrıca günümüzde de aynı ruhtan beslenen değerli şair Bestami Yazgan gibi şairlerin de Yunus Emre’den dersli olduklarını söyleyebiliriz. Nitekim her şeyin birbirine kolayca karıştırıldığı sosyal medyada Bestami Yazgan’a ait “Gülü İncitme Gönül” adlı şiirin altına Yunus Emre yazılı olarak paylaşıldığı vakidir. Aslında bu durum bile Yunus Emre’nin çağını aşan varoluşunun bir tezahürüdür. 

Yunus Emre hazretlerinin iki önemli eseri olduğundan bahsetmiştik. Bunlardan divanı, ilahilerinden oluşmaktadır, yüzden fazla yazma olduğu tespit edildiği gösteriyor ki bu eser Yunus Emre hazretlerinin kendi oluşturduğu divandan sonra da derleme yoluyla genişletilmiştir. Nitekim aslında Bizim Yunus’a ait olmayan ama Yunus mahlasıyla yazılmış başka ilahilerinde eklendiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen bu divan yüzyıllar boyu nerde bir ilim ve aşk sofrası kurulsa okunmuştur. İlahilerinde daha çok ilahi aşk, ihlas, salih amel, dervişlerin sahip olması gereken haller, bir mürşide bağlanmanın önemi gibi konuları işlemiştir.  Ayrıca bestelenmiş ilahileri, Mevlid-i Şerif okumalarının ayrılmaz dinletisi olmuştur. Türk tasavvuf edebiyatında Süleyman Çelebi (k.s.) hazretlerinin Mevlidi Şerif’inden sonra en çok okunan eser Yunus Emre hazretlerinin divanı olmuştur. Bazı dönemler Yunus Emre’nin (k.s) Muhyiddin İbni Arabî(k.s.) ve Mevlana(k.s.) gibi çağdaşı mutasavvıfların da benimsediği vahdeti vucüd meşrebinin, cezbe ve aşk halinin ilahilerine yansıması kimi zahir ulemasınca gadredilmesine sebep olmuştur. Bu durumun önemli örneklerinden biri olan, büyük âlim Ebussud Efendinin (rahmetullahi aleyh) Yunus Emre hazretlerinin ilahilerinin okunmasını men etmesi kaynaklarda belirtilmektedir. Hâsılı kelam Yunus Emre hazretlerinin kendi tabiriyle yüzyıllar boyu kendisini sîgâya çeken Molla Kasımlar hiç eksik olmamıştır. Ancak Yunus Emre hazretlerinin ilahi aşkla pişmiş şiirleri gönülleri coşturmaya devam etmiştir. 

Yunus Emre hazretlerinin ikinci eseri olan Risaletün Nushiye yani Nasihateler Risalesi adlı eserdir ve bu eser irşad ile vazifelendirilişinden sonraki dönem yazıldığını düşündürmektedir. Eser insanın manevi yolculuğunu anlatan tasavvufi bir öğüt kitabıdır. Bu eseri divanından farklı olarak belli bir konu bütünlüğü sahip olup mesnevi türündedir.  Yunus Emre hazretlerinin bu eseri ve divanının, Mevlana (k.s.) hazretlerinin Farsça olarak yazdığı Mesnevi’sinde anlatılan hakikatlerin Türkçe olarak yazılmış hali olduğu söylenebilir. Risaletün Nushiye aruz ölçüsüyle yazılmıştır ve toplam 600 beyitten ibarettir. Giriş ve kısa bir mensur bölümden sonra kalan kısım toplam altı bölümdür. Eser Yunus Emre hazretlerinin ilahilerine nazaran şiirsel yönü daha zayıftır ancak ele aldığı hakikatleri sembollerle sunarak hikayeleştirmiştir. Risaletün Nushiye, Türk tasavvuf edebiyatının başucu eserlerinden biridir. 

 

 Yunus Emre, Derviş Yunus ya da Bizim Yunus zor bir zamanda Anadolu’ya aşk mayası çalan bir gönül insanıdır. Tapduk Emre (k.s.) dergâhında kırk yıl kâh dağdan odun taşıyarak kâh çarşı pazarda su dağıtarak hizmet etmiş ham nefsini hâk yolunda pişirmiş bir derviştir. Nice Allah adamının yaptığı gibi uzun yolculuklara çıkmış, Anadolu’yu karış karış dolaşmış hatta Suriye, Kafkaslar ve Azerbaycan gibi uzak illere kadar gitmiş, yürüdükçe pişmiş; “baba Tapduk manasını” uğradığı ellere saçmış, tekrar dergâha Bizim Yunus olarak dönmüştür. Bizim Yunus olmaklığı sadece hep arzuladığı o “bir gönle girmeyi” başarmış olması değildir, bununla beraber onun bizim de yani Anadolu’nun türlü dertlerle bezmiş insanın da gönlüne yeniden iman neşesi verebilmiş olmasıyladır aynı zamanda bizim de Yunus’umuz oluşu. Yunus Emre hazretlerinin hazreti Mevlana’ya(k.s) hitaben söylediği rivayet edilen “Mevlana Hüdavendigar bize nazar kıldı kılalı onun görklü nazarı gönlümüzün aynasıdır.” sözünden ilhamla haddimiz olmayarak söylersek Anadolu insanı için geçmişten bu güne “Türkmen pîrî Yunus Emre hazretlerinin dilinden o eşsiz inciler döküldü döküleli onun sözleri yolumuzun ışığı gönlümüzün cilasıdır.” diyebiliriz herhalde. Yazımıza bu koca Türkmen dervişinin bir beyitiyle son verelim:

“Biz sevdik âşık olduk sevildik mâşûk olduk 

  Her dem yeni doğarız bizden kim usanası”


Hüseyin H. ARSLAN