30 Temmuz 2014 Çarşamba

BU BAYRAM BİZE BAYRAM

                                                             
Bir Ramazan ayı daha bitti. Aç susuz(!) geçirdiğimiz bir aydan sonra ne de güzel olacak bol şerbetli baklavaları ve kat kat açılmış suböreklerini yemek. Ne güzel olacak akraba ve dost meclislerinde hoş sohbet edip çay içmek. Uzunca bir aradan sonra gündüz gündüz bir şeyler yiyip içmenin garipliği saracak belki hepimizi. “Gitti, bitti mübarek deyip” hüzünlenecek kimimiz. Bu bayram tatil uzatılmadığı için gelemeyecek yakınları için üzülecek kimimiz. Ömrü hayatını eceliyle tamamlamış yakınlarının kabrini ziyaret edecek kimimiz.
 Bunlar iyi şeyler elbette ama bu bayram, bize bayram olacak ama sadece bize… Çünkü Suriye’de açlıktan kedi köpek eti yemek zorunda kalanlar, sadece Türkiye’den gelen yardımlarla hayatta kalmaya çalışanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Irak’ta güya Allah adına güya peygamber davasına çıkan birilerince katledilen, sindirilen, sürülen, ezilen Müslümanlar, bizim gibi bayram edemeyecek herhalde. Filistin’de, Gazze’de metrelerce duvarların içinde sıkıştırılmış, her gün tepelerinden ateşler yağan, her doğan çocuğun savaşa doğduğu insanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Doğu Türkistan’da oruç tutmasına dahi müsaade edilmeyen, bütün dünyanı görmezden geldiği, dirilmesin-direnmesin diye her türlü işkencenin mağduru olanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Bosna Hersek’te Srebrenitsa’da hâlâ çocuğunun, annesinin, babasının veya kardeşinin cesedini veyahut kabrini bulamayanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Mısır’da halkın seçimiyle geldiği halde önden gidenleri gibi hapsedilen ama ruhları ve kalpleri özgür olanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Libya’da yıllarca diktaya katlanmak zorunda kalmış, onu devirdiği halde yakasını egemenlerden kurtaramamış ve her geçen gün daha çok batanlar çöl kumlarına, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Mali’de zenginliği bir tek kendisine verilmeyen, yürekleri tenleri kadar kara olmayanlar, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Somali’de havanın bile kendilerine çok görüldüğü sırf inandıklarından dolayı açlığa ve cehalete terk edilenler, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde. Orta Afrika’da önce İncil’le sonra tüfekle gelenlere aldanıp da dinlerinden dönmedikleri için katledilenler, bu bayram bizim gibi bayram edemeyecekler herhalde.
Saymakla bitmiyor ki. Bayram yapalım yapmasına ama unutmadan asıl bayramımızın bütün mazlum halklar kurtulduğunda olacağını. Kara yüzlüsü, çekik gözlüsü, kızıl saçlısı, beyaz sarıklısı, kalpaklısı, puşilisi ve hasılı bütün dünya mazlumları ,acı ama çoğu müslümandır bunların,  ne zaman bayram ederse gerçekten, biz de bayram ederiz bilesiniz istedim sadece yoksa tıkamak değil niyetim lokmalarınızı boğazınıza. Allah bizi gerçek bayramlara eriştirsin temenniyle vesselam efendim.

Hüseyin Hilmi ARSLAN

22 Temmuz 2014 Salı

GAZZE’Yİ KURTAMAK


            Gazze bombalanıyor. İçimiz acıyor, öfkemiz kabarıyor, yumruklarımızı ve dişlerimizi sıkıyoruz. Bir şeyler yapabilmenin yollarını arıyoruz. Hemen profil resmimize bir Filistin bayrağı koyuyoruz sosyal medyada veyahut ölen Filistinli çocukların resimlerini paylaşıyoruz hani şu altında meşhur o içeceği, reklam olmasın adına gerek yok,  almamayı tembihleyen sözler yazan resimler. Daha başka ne yapıyoruz; biraz daha öfkeli olanlarımız mesela, bir meydanda toplanan kalabalığın arasına karışıp “kahrolsun İsrail” sloganları atıyoruz. Kızıyoruz insanlara “Bakın falan ülke insanları nasıl tepki gösteriyorlar, hadi sizde gücünüzü gösterin falan falan ürünleri sakın almayın toplumsal bilinç oluşturalım.” “Bütün Müslümanlar bir olsa tükürüğümüzle boğarız, ama nerede! Biz birlik olamayız ki!” “Hükümet samimiyse tepkisinde derhal şunları şunları yapmalıdır!” diyoruz değil mi?
            Peki, asıl bütün bunları yapmak yetiyor mu? Tepkilerin yeterli olup olmadığını sormuyorum. Yani o tepki denilen şeyin en yüksek düzeyi neyse, yapabilsek sesimiz bir tankın önünü keser mi acaba? Hiç sanmıyorum. Çünkü biz tepkimizi artırdıkça onlar etkilerini artıracaklar, ters bir orantı var bu işte bana göre. Ne yapmalı o zaman oturup vaz mı geçelim mücadeleden? Hayır, geçmeyelim. Ya nasıl olacak? Yukarıda saydıklarım bir mücadele değil ki. Biz onları yapmakla mücadele etmiyoruz ki. Gürültü yapıyoruz sadece. Gürültü ancak kargaları kaçırır.
            Mücadele dedim ya şimdi yine bazılarınız dışa dönük bir mücadele yapmamız gerektiğini söyleyeceğimi düşünecek. Hayır tam tersi. Gazze’yi de Suriye’yi de Doğu Türkistan’ı da vs. vs. kurtaracak mücadele, önce hepimizin içinde, tam da kalbinde başlamalıdır. Önce kalplerimizi diriltmeliyiz ve gerçek Müslümanlar olmalıyız. Çünkü biliyoruz ki “İnanıyorsanız Üstünsünüz” buyuruyor Allah Teala, çünkü biliyoruz ki: “Gerçek imanı elde eden kainata meydan okuyabilir.”. Bizi gerçek insan ve Müslüman yapacak ve hakiki imanı kazandıracak sır kalbimize dönüp önce onu diriltmektir. Manen hasta ve ölü kalpler yani önce kendisini diriltememişler ne kadar slogan atarlarsa atsınlar Gazze’yi kurtaramayacak İslam birliğini diriltemeyeceklerdir.
            Dillerimiz yalan söyledikçe, alınlarımız secde izleriyle süslenmedikçe, cüzdanlarımız sadaklarla bereketlenmedikçe, ruhumuz Kur’an’la kalbimiz zikirle dirilmedikçe emin olun her gün Müslüman ve mazlum kanı akmaya devam edecek.

            Kardeşim sen dirilirsen, evin dirilir. Evin dirilirse mahallen dirilir. Mahallen dirilirse camilerin dirilir. Camileri ayakta olan bir millet gerçek dirilişe uyanmış demektir. Bırakalım artık televizyon başında uyuklamayı. Sokakları amaçsız bir şekilde arşınlamayı. Kalkın ayağa ve kendinizi kurtarın önce, çünkü biz kurtulmadıkça zincirlerimizden kundaktaki bebekler hiç uyanmayacak, Gazze uyanmayacak aydınlık bir sabaha, Doğu Türkistan’dan muştular gelmeyecek. Biz dirilmedikçe, kimse kusura bakmasın, Hanzala yüzünü dönmeyecek ve hiç büyümeyecek. Vesselam.
 

15 Temmuz 2014 Salı

MUHALEFET VE TARAFGİRLİK MESELESİNİN ÖZÜNE BAKIŞ 2



Geçen haftaki yazımızda kurumsallaşmış bir muhalefetin veya tarafgirliğin özünde çelişkiler taşıdığını izah etmeye çalışmıştık. Muhalif olma veya destek verme durumunun eyleme göre şekillenmesi gerektiğini, ama toptancı bir muhalefetin veya desteklemenin yanlışlığına değinmiştik. Bu hafta ise aynı konu üzerinde tefekkür etmeye, fikir avlamaya devam edelim istedik.
Bir konuya, olaya, duruma muhalefet edenlerin muhalefet ettikleri şeyle ilgili olarak yetkin bir bilgiye ve tecrübeye sahip olmaları gerekir. Söz gelimi bir binanın inşaatında tesisat işlerinin yapımı ile ilgili muhalif görüşleri olan bir kişinin tesisat işine dair bilgisi veya tecrübesi olması gerekir, aksi takdirde muhalefeti gereksizdir. Duygular ve hatta kulaktan duyma(medya dahil) verilerle hareket etmek hakkaniyet sayılmaz. O yüzdendir ki aslında işin içinde olmadan ve dahi oturduğumuz koltuklardan kalkmadan sadece bir ekrana bakarak edindiğimiz bilgilerle bir konuda muhalefet yapmak yeterli ve doğru değildir. İşin özüne indiğinizde muhalefet için gerçek bir sebep oluşturmaz. O zaman buradan şu sonuca ulaşabiliriz kanaatindeyim: Muhalefet özü itibariyle yani kurumsallaşmamış saf haliyle sadece söz konusu alanlar içinde ve sadece o alanın uzmanlarınca yapılabilecek bir şeydir.
Tabii yazının buraya kadar ki ve bundan sonraki kısımlarında muhalefet kavramının içinde “muhalefete muhalefet” anlamına gelen tarafgirliği de kastettiğimizi ifade etmeden geçmeyelim.
Bir diğer üzerinde durabileceğimiz durum da muhalefet etme halinin kişiler ve kurumlar için genellenmesi ve bu muhalif olma halinin kişide bir karakter halini alması mevzuudur. Özünde sadece yanlışlar konusunda yapılması gereken muhalefet, bir takım hesaplar yüzünden genellenerek muhalif olunan kişinin, kurumun her halinin yanlışlığı paranoyasına dönüşürse gerçek muhalefetten, faydadan ve fikirsel gelişimden uzaklaşılır. Aynı durum doğrular içinde geçerlidir ki her yapılanın doğru kabul edilmesi aynı sonuçları doğurur. İşte kurumsallaşmış muhalefet anlayışının en büyük handikabı bu olsa gerektir. 
Muhalif olma halinin bir karakter özelliğine dönüşmesi ise insan benliğinde bir açmazın, bir çıkmazın ifadesidir. Kendi iç dünyasında ürettiği tutumlara dayanarak -bu bencilliğin ve kibrin tezahürü de olabilir- kendi tutumunu dışında ne varsa ve hatta aynı tutumu karşı taraf sergilediğinde dahi muhalefet eden insanlar psikolojik bir sorunun pençesindedirler. İşte bu halde olan insan sürekli kendisiyle çelişir durur. Bu durumdaki bir insan için “tutum” ifadesini kullanmamın sebebi ise böyle insanlar ancak tutum geliştirebilirler gerçek fikre ve hikmete ulaşmak onlar için zordur çünkü onlar gerçek fikrin değil benliklerinin derdindedirler.  Ve böyle insanlar kendilerini tatmin etmek için oradan buradan tırtıkladıkları güya delillerle bir karşı ispatın verdiği heyecanın peşindedirler.  Ve ancak hikmetin ve doğrunun çilesini çekemeyecek olanları, hazır ve portatif bilgilerle düşünce dünyasını inşa edenleri kendilerine inandırabilirler.
Biz, muhalefet kavramını iç dünyamızın aklî işleyişinde doğru konumlandırdığımızda bizim için bir uzay teleskopu görevi görecek ve bizi fikrin ve hikmetin uzak ufuklarında gezdirecektir kanaatindeyim. Vesselam.

Hüseyin Hilmi ARSLAN
Yeni Ufuk 15.07.2014

8 Temmuz 2014 Salı

MUHALEFET VE TARAFGİRLİK MESELESİNİN ÖZÜNE BİR BAKIŞ


Baştan belirteyim ki okuyacaklarınız siyasi yorum değildir ama elbette siyaseti, siyasileri ve siyasetle ilgilenenleri doğrudan ilgilendirmektedir. Bildiğimiz üzere siyasetin iki ana gerçekliği var bunlar: tarafgirlik ve muhalefet. Bu iki kelime elbette sadece siyaset alanına ait değiller; terim olarak siyasetin, durum olarak hayatın içindendirler. Amacım bu yazıda bu iki kavram üzerinden düşünce ufkunda yeni bir gözlem yapmaktır.

Türk dil Kurumunun hazırladığı sözlükte muhalefet kelimesinin üç anlamı verilmiş:
1.       Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık. 
2.       Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu. 
3.       Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler.

Görüldüğü üzere ilk tanımdan başlayarak kelime soyutluktan sıyrılıp somutlaşıyor ve kurumsallaşma anlamı kazanıyor. Modern toplumunun muhalefet algısının seyrini bu değişimden anlayabiliriz. Muhalefet, daha Türkçe bir ifadeyle karşı olma durumu kendi içinde o durumda bulunan kişi için derin tutarsızlıklar; farkına varılamayacak derecede yanılgılar taşıyabilir kanısındayım. Yalnız şunu lütfen atlamayalım: TDK’nın muhalefet kelimesine verdiği üçüncü anlamı şimdilik dışarıda tutalım, çünkü iktidar olan bir parti de olamayanların muhalifidir ve anlatmaya çalışacağım durum her türlü muhalefet ve de ayrıca tarafgirlik için geçerlidir. 

Konumuza dönersek muhalefet kavramının özüne indiğinizde muhalif olma durumunun kişinin kendi düşünce ve yaşam biçimiyle doğrudan alakalı olduğunu görürüz. Yani insanı muhalif kılan maalesef genel geçer gerçeklik değildir. Daha öznel durumlardır. İşte bu hakikatten dolayı muhalif/muhalefet olma ve dahi tarafgir olma meselesi hassas bir duruma dönüşüyor. Hiçbir insanın kendisi(Peygamberler hariç)tamamıyla hakikatin ölçüsü olamayacağına göre ve bütün insanlar görüş ve fikirlerinde yanılabileceklerine ve dahi aldatabileceklerine göre muhalif ya da tarafgir olma meselesini kendi iç dünyamıza göre değil değişmez hakikatlere göre şekillendirmelidir. O zaman böyle bir gerçeklik ortaya çıkmışken şunu da ifade edelim ki: yukarıda verilen muhalefet tanımlarından aslında sadece birincisi gerçekliğe daha uygundur, diğer ikisi gerçek muhalefet değil tarafgirliğin bir başka tezahürü olmaktadır.

Muhalif ya da tarafgir olma durumunu toptancı, heptenci vs kabullenme veya reddetme şekliyle anlamak; bendense benim gibiyse iyi, değilse kötü algısıyla yaklaşmak bir hastalıktır esasında.  Muhalefet, gerçeklikle bağdaşır bir algıyı edindikten sonra yani hakikat olanı araştırıp bulduktan sonra yanlış olan yani hakikate aykırı olan durum, olaylara karşı olmaktır. Bunu başarabilmek için ise insanın kendini önce iyi bir iç muhasebeye tabi tutması ardından gerçek ve doğrunun arayıcısı olması gerekir.

Muhalefet ve tarafgirliğin en çirkin olanı ise menfaatin, faydalanmanın mihenk olduğu durumlardır. Böyle bir muhalefet veya tarafgirlik tam bir ahlaksızlıktır. Menfaati ölçüsünde taraf veya muhalif olmak insana ve topluma yapılmış büyük bir ihanettir. Bu durum ayrı bir yazının konusu olabilir. Vesselam.


Yeni Ufuk 08.07.2014 

Hüseyin Hilmi ARSLAN

1 Temmuz 2014 Salı

RAMAZANIN HATIRLATTIĞI ÇUVALDIZ(!)


Televizyon kanallarındaki ramazan programlarında ve dahi sosyal medyada ramazan ayının, orucun bize fakirin fukaranın halini hatırlattığına dair demeçler mesajlar var. Sokakta birine mikrofon uzatılsa genel de aynı cevap yukarıdaki gibi. Bu söylemler bana pek de inandırıcı gelmiyor. Neden mi? Yahu biz ramazanın da maalesef içini boşlattık toplumca.
Ramazan bahsi açılınca ya eski ramazanları andık veyahut fakiri fukarayı hatırlattığını söyledik. Ama ne eski ramazanlardaki(kastım çocukluk çağlarının ramazanlarıdır) safiyeti, iyi niyetini bulmaya çalışıyor ne de fakiri fukarayı hatırlıyoruz. Evet, doğru; ramazan bize fakiri fukarayı hatırlatıyor da biz hatırlıyor muyuz ki? Hatırlamak öyle sadece akla gelmekse tamam, ama hatırlamak hatırda tutmaktır bir yerde ve biz maalesef iftar sofralarını kururken, davetler verirken, alışveriş yaparken fakiri fukarayı hatırlamıyoruz pardon hatırda tutmuyoruz. İşi lafta bırakıyoruz. Kaçımız bu ramazan az veya çok bir yardım paketi hazırlatıp bir garibin ihtiyacı için ayırdı. Kaçımız, hani şu iş siyasete gelince gergin gergin şikayet ettiğimiz Irak’taki Suriye’deki veya başka yerlerdeki, Türkmen veya değil, mazlum insanlar için düzenlenen yardım kampanyalarını araştırarak yardım yaptı veya yapmayı planlıyor. Sofraya oturduğumuzda beş kişinin doyacağı yemeğe iki kişi tamah ederken hatırlamadıklarımızı; lafa, sohbete gelince ne de güzel yâd ediyoruz değil mi? Dolaplarımız lafta hatırladığımız bilmem kaç kişiyi doyuracak artmış gıdalarla dolu. Vay halimize
Bir de bir türlü anlam veremediğim bir hal var. Namazsız oruç. Oruç bizi temizlemeye, ramazan bizi özgür kılmaya gelmişken neden direnir ki insan. Sıcağın altında on yedi saat oruç tutan kişi neden toplamda kaç dakika sürdüğü hepimizce malum olan kulluğun imandan sonraki en önemli görevi, namazı, ihmal eder anlamlandıramıyorum. Sevgilisinin kapısında aç susuz bekleyip de gel dediği halde icabet etmeyen inat âşığın durumu gibi bir durum herhalde. Anlamak zor gerçekten.

Ya Hu! Gelin bu ramazan eskileri yad etmekten çok anı kıymetlendirelim, gelin bu ramazan açın halinden anlamanın söylemini değil icraatını yapalım, gelin bu ramazan nefsimizi değil gönlümüzü şenlendirelim, gelin bu ramazan yedimiz yemeklerden değil hatalarımızdan pişman olalım, gelin bu ramazan ve her zaman Allah’ı hatırlayalım. Pardon hatırda tutalım.Hadi ramazan hepimizi mübarek kılsın. O zaten mübarek, aziz ve şerefli.
Bizi oruçla kendine yaklaştırmak isteyen Allah’a hamdolsun.


Hüseyin Hilmi ARSLAN

Ölmek ve Uyanmak



Zor sözler geçiyor içimden 
Tangır tungur bir resmi geçit
Kaldırım taşları gibi ağır bazı şeyler 
Ağır bu sıkıntı canı çıkasıca
Bir yağlı urgan dolanıp durur boynuma hayalden
Korkmak ölümden, cok sıkıcı
Ölümsüzlük ölmekle olur 
O zaman abı hayat dedikleri ne menem bir seydir
Tenden ölmek meselesi değil 
mesele masaldan çıkmak gibi 
rüyadan uyanmak gibi anla işte 

Hüseyin Hilmi

ÇOCUKLUĞUM



Ellerimden kayıp giden
Bir uçurtmadır benim çocukluğum.
Rüzgarında hayatın sahip olunamamış.
Ama benim hiç uçurtmam olmamıştı ki,
O yüzden midir bilmem, rüyalarımda uçardım hep.

Şimdi hatırlarım, bostan bekleyişlerimi,
Bir kavun yarıp iştahla yiyişlerimi,
Acıkınca elime verilen yoğurtlu dürümü,
İçine şeker konulmuş sütü sevmeyişimi.
Şekersiz süt kadar güzeldi benim çocukluğum.

Top oynamak bana göre değildi.
Bilmezdim top nasıl sürülür, gol nasıl atılır.
Ama çalılar arasında şehzadeydim ben.
Tahta kılıçlarım zülfikâr,
Kötülere karşı savaşırdım hep.
Hayallerim kadar zaferlerim vardı benim.
Çocukluğum hep çocuk kokardı benim.

2009


Hüseyin Hilmi ARSLAN

BEBEĞİME


                                   Kızım Nursima Betül’e
Gözüm nuru, gönül aydınlığım
Bebeğim,
Hadi gel
Sana öğreteceğim.
Anka kuşundan masallar söyleyeceğim
Hadi gel,
Gel bebeğim.

Öğreteceğim
Bak bu güneştir
Bu ay
Bunlar yıldızdır ışıl ışıl
Nurum bak bu göktür diyeceğim
Sana gökleri direksiz tutanı öğreteceğim.

Annen sana ninni söyleyecek
E bebeğim e e e
Bebeğim sana gülmeyi öğreteceğim.
Annen sevecek ben seveceğim
Bebeğim,
Sana sevgiyi öğreteceğim.



LİYAKATLİ İNSANI BULMA MESELESİ


Bir devletin veya bir kurumun veya bir şirketin veya herhangi bir organizasyonun verimli, düzenli ve sıkıntısız işleyebilmesi; uhdesinde olan işleri layıkıyla yerine getirebilmesinin en gerekli –önemli demiyorum dikkat-  şartı, bu mekanizmaların liyakatli insanlara teslim edilmesidir elbette.
 “Kalifiye eleman” diye tabir edilen -bir alanda kendini yetiştirmiş, uhdesindeki işi layıkıyla yapabilecek yeterlilikteki insan- yukarıdaki paragrafta saydığım kuruluşların en çok ihtiyaç duydukları bir şeydir. Bu gereksinimin aksini kimse iddia etmez kanımca. Ama benim ifade etmeye çalışacağım şey bu durumun çok da önemsenmeyen “kalifiye eleman”ın seçimi işinin nasıl yapılması gerektiğidir. Şöyle ki anlatmak istediğim, iş bu gerekliliğin uygulamasına geldiğin de seçimin layıkıyla yapılmadığıdır.
Bir şekilde bir görev için insan seçmek amacıyla sınavlar, mülakatlar vs. yapılmaktadır. Liyakatli insanı bulmak için bu bir yöntemdir ama asla tek başına yeterli değildir. Yazılı ve/veya sözlü sınavlardan başarı ile çıkmış herkesin o sınavlara amaç olan işi veya görevi hakkıyla yapacak donanımda ve yetenekte olduğu anlamına gelmez elbette. Gazetenin bu mütevazı köşesinde ayrıntılarıyla irdeleyemeyeceğimiz kadar kapsamlı bir konu olduğu için sınavların niteliğine değinmek istemiyorum. Ama insan seçme ve yerleştirme işi için sınav sisteminin,  işin gerekliliğine göre bilimsel yaklaşımlarla yapılması gerektiğini ifade etmeden geçmeyelim.
 Liyakatli insanı bulma adına yapılacak en bilimsel sınavların yanında bence asıl olarak yapılması gereken adeta bir insan avcısı gibi davranmaktır. Nasıl? Şöyle ki bir makama, göreve veya daha net bir ifadeyle bir sorumluluğa getirilecek insan bulma adına bu seçimi yapacak müdür, patron, amir vs. her kimse bir şekilde yetenekli, liyakatli insanları tespit için iyi bir gözlemci olmalıdırlar. Çünkü bir insanın liyakatini tam olarak yaptığı işle anlarsınız. Eskilerin ifadesiyle: “Âyinesi iştir kişinin lâfâ bakılmaz.” gerçekten. Her ne kadar bilimsel sınavlar da uygulansa seçilen kişilerin gerçek yeterliliğini ancak o işi yaparken görebilirsiniz. İşte tam bu sebepten dolayı 2 -3 saatlik birkaç sınavla kalifiye eleman- liyakatli insan belirlemek mümkün değildir.
Kaldı ki bazen böyle bir seçim mevzu bahis olduğunda gerçek liyakat sahipleri bu seçmelere girme konusunda isteksiz veya desteksiz olabilmektedir. Tam tersine liyakatsiz insanlar, bir takım çevrelerden veya kişilerden aldıkları güçle daha pervasız davranarak ehil insanların önüne geçebilmektedirler. İşte tam da bu sebeple her görev seçimi yapılması gerektiğinde o kurumun yetkililerinin gerçekçi ve cesur davranarak liyakatli insanları tespit etme kararlılığında olmalıdırlar.
Buradan herhangi bir şekilde bir iş ve görev için insan seçmesi gerekli herkese şunu tavsiye edebilirim: Vereceğiniz görevin niteliğine uygun insanı bulmak için kafanızı kaldırın ve biraz gözlem yapın, çevrenizdekilerin yaptıkları işlere bakın belki sizi başarıya taşıyacak olan insan size görünmeden işini hakkıyla yapmaya çalışıyordur. Ama dikkat edin, göz boyayıcılardan ve makam ve mevki için hırslananlardan sakının. Vesselam.

Hüseyin Hilmi ARSLAN
Yeni Ufuk Gazetesi
24.06.2014 

RAMAZAN VE ŞİİR (ve Ramazan Etkinlikleri İçin Bir Tavsiye)



Şimdi bu yazıya nasıl başlayacağıma karar veremedim. Kafamda oluşturduğum "Ramazan şiir gibi bir aydır." veya "Ramazan şiir ayıdır." veya "Şiirin kelimesiz en güzel ortaya konuşudur, oruç." gibi cümlelerden hangisiyle başlayabilirim karar veremedim. Derken aslında hepsini birlikte kullanmış olduk değil mi? Maksadım zaten, yazıya nasıl bir giriş yapmam gerektiğini irdelemek değildi de ramazan ile şiir arasında bağın kendimce tespit edebildiğim yönlerini ortaya koymaktır.

Şair gerçek şiiri yazarken adeta bir kabz halini yaşar gibidir. Soyutlanmıştır. Dikkatini toplamış kelimlerini avlamaktadır. Oruçlu da bu hali manevi feyzleri alırken yaşar. Maddeden soyutlanmışlık yaşarken ruhunun safileşmesine şahit olur. Şiir gibi bir haldir bu hatta şiirle anlatılamayacak kadar derinlikli bir haldir.

Şiir güzelliğin remzidir. Güzel olandan, iyi olandan bir yansımadır. Güzeli, iyiyi ve hakikati arama çabasıdır. Şiir, doğrudan bu durumların ifadesi olabieceği gibi bu uğurda çekilen ızdırabın, çilenin tezahürü de olabilir kanımca. Oruç da güzelleşmenin, iyileşmenin metodudur. Oruç hâl olarak safîleştirir; insanı, daha insan kılar. Oruç insan için manevi bir şiirdir diyebiliriz.

Şiir severler bu güzel mübarek ayda ruhlarının, kalplerinin algıladığı bir şiir okuyacaklar. Ama bu oruca vereceğimiz ehemmiyete bağlı. Şiir şairden çok titiz bir çalışma ister, ehemmiyet ister. Şair gerekli ehemmiyeti göstermezse ,şiir, gerçeğine ulaşamaz. Oruç da böyle değil mi? Oruç bizi sarmaya kucaklamaya gelmişken ona ehemmiyet gösteremezsek hakikatine ulaşamayız. Ruhumuzu, kalbimizi ve aklımızı arındırmak için bize sunulmuş sırlı bir su gibidir: tertemiz, saf ve nuranî. İnsanca, inananca olmayan hallerle kirletirsek bizi nasıl temizlesin oruç? Aynı şekilde direnirsek şiirin kalbimize girmesine nasıl bizi daha insan kılabilir ki? Oruçla şiir insan için bir fırsattır aslında.

Bu şiir gibi ayda elbette şiir okumadan olmaz. Şiir ramazanda bizi daha kul yapan ibadetlerden sonra bence bizi daha insan yapacak şiire de zaman ayırmalıyız. Gönül insanlarının şiirle iştigalleri onların “insan” yönlerinin bir tezahürüdür kanımca. Ne yapılabilir? Teravih çıkışlarında toplu okumalar yapılabilir mesela. Eski bir konakta, bir evde veya bir bahçede çaylar, şerbetler eşliğinde şiirseverlerin buluşması ne de güzel olur öyle değil mi? Ramazan etkinlikleri düzenleyen belediyelerin bu ortamları hazırlamaları şehre kültürel bir zenginlik kazandırmakla beraber ve hatta daha çok şiirin şehre yeni bir soluk kazandırması sağlanabilir. Aslında hiç de zor değil; şiir severleri buluşturun yeter bence. Onlar güzellik mayasını insan hamuruna katıp mayalayacaklardır. Onlar yeterki bir araya gelsin şiir kendini gerçekleştirecektir.

Hüseyin Hilmi ARSLAN
Yeni Ufuk Gazetesi
17.06.2014

İnsanca Bir Şeyler



Güneşin sıvazladığı çatlak duvarların arkasında
Kırık dökük kiremit çatılı damların altında
Bol dönemeçli daracık sokaklara açılan kapıların gerisinde
Gün doğmadan pencerelerinden ışıklar süzülen evlerde
bir şeyler var
Biraz hoyrat biraz serseri
Biraz garip biraz fakir
Biraz ürkek biraz arabesk
Biraz erkekçe biraz kadınca
Biraz çocukça
Ve epeyce müslümanca

Çiçekli pencere önlerinde tahta divanlarda
Kulağı ezan sesine ayarlı dedeler,
Secde yeri aşınmış seccadelerde
Elinde tespih dilinde dua neneler,
Sofra kurup kaldıran
Yalnız evini değil erkeğini de toparlayan gelinler,
Emzikli bebeler.
Hayat gezinir capcanlı dipdiri
Odaların hayata* açıldığı evlerde.

Bir şeyler var evet
Hayat gibi ne gibi
Ama dipdiri sımsıcak
Biraz eski biraz alışılmış
Biraz sıradan biraz saf
Biraz sabır biraz isyan
Ve epeyce insan.


Mart 2014

*hayat: eski evlerde tüm odaların açıldığı giriş odası veya avlu

Rüzgar Görmemiş Çocukların Şiiri




Bu çocuklar hiç rüzgar görmemiş
Ekinleri hiç savrulmamış
Ateş ellerini yakmamış hiç
Kalpleri orta yerinden kırılmamış
Kuru ekmek dudaklarını kanatmamış
Bir kavgada gözleri kararmamış
Bu çocuklar hiç rüzgar görmemiş

Hüseyin Hilmi Arslan

KELİMELERİN ŞEHİRDEN KOVULUŞUDUR




KELİMELERİN ŞEHİRDEN KOVULUŞUDUR 

bütün suç kelimelerin mi? 
oysa şehre yeni bir soluk vermek gibi 
ve göğersin diye su vermek gibi 
birkaç kelam edecektim 
yeni bir nesil daha rahmine düşmeden şehrin 
ruhuna taze ve diriltici kelimeler ve dahi şiirler üfleyecektim 
yok olmadı 
şehir yetmişinde yetmemiş yetirmemiş ergen gibidir 
durup dinlemeden kelimelerini seçmiştir. 


makam para kadın ve cinnet 
dilinde uzamış bin bir emeller türküsü 
tanrıtanır ama işine gelmezlerin sürüsü 
şehir suçlu belli 
ama bütün suç kelimelerin belki 

şehre kelimeler gerekti 
hap gibi şurup gibi 
sentetik düşler görmek için 
uyusun da büyüsün şehir 
kulağında kulaklık ve çağdaş ninniler 
cıstak cıstak


bin bir putlu il hattuşa halt yemiş 
şehir putlarını dikti dört başı mamur 
makam putu 
kadın putu 
para putu 
sokaktan geçen kız putu 
dükkana giren müşteri putu 
daha bilmem ne putu 
zamane putları şimdi döner koltuklarda oturur 
şehir her yeni gün bir put daha ekler 
bilmem belki suçlu sadece kelimelerdir 

ŞEHRE KOPUK GÜLÜŞLER


bu şehirden çıkarın beni 
gülleri kokladığım 
çiçekleri suladığım için 
kopuk gülüşler bırakacağım 
şehrin eşiğine 
zamane çocukları gibi diyeyim 
tutmadı bu şehir beni 
biraz da baydı hani 
işte döküyorum kelimelerimi 
yoksa şişecekler 
yoksa tıkayacaklar beni 

korkutulmuş korkuluklar gördüm 
silik kalabalıklar arasında gezinen 
dar aralıklarından geçerek şehrin 
ve geniş kaldırımlarında fütursuz oturan 

her yalanda gürbüzleşen 
nefislerinin 
kızarmayan yüzleriyle 
kara ve karanlık kimseler gördüm 
bir de 
yaz güneşiyle hemhâl 
kavruk tenleriyle 
ırgat çocuklarının 
nasıl ak pak olduklarını gördüm bu şehirde 
gerçi anlamaz kimileri 
bu şehrin ırgat çocuklarının 
neden en çok kışı sevdiğini 
ne çayı biter bu şehrin 
koyu kopkoyu acı ve keskin 
ne de arkası gelir iç içe girişik birleşik cümlelerin 

tuttu inatlaşacağım bir kere 
nemrudî düzenlere karşı 
eylemde buldum kendimi 
kendimi bu ateşin içine ben attım 
ibrahimî bir adamı dinlemedim 
yandım 
su taşımadı bana karınca 
karınca benden yana olmadı anlayacağın 
dinleseydim ve teslim olsaydım ismailce 
belki bulacaktım ateşi 
serin ve de selametli 

bu şehirde susamadım bir 
ağzımda çiğ et kokusu 
konuştum, yoruldum 
yoruldum konuştum 
sussam kurtulurdum belki 
öyledir de elbet 
kurtulmak için konuştum ben 
kurtarmak için konuştum 
sonra kurtarılmak için konuştum 
çiğ eti dişlemek istemezdim oysa 
kandım da konuştum 
konuştum ha konuştum 
bu şehirde susamadım bir 

ve çıkacağım bu şehirden 
yine ve yeniden sulamak için 
çiçekleri 
ve koklamak için gülleri 
kopuk gülüşler bırakacağım 
eşiğine biraz da sitemler, kahırlar 
ve yine ve yeniden 
yeni gülüşler takınacağım.