19 Aralık 2019 Perşembe

OSMANLI ÇARŞISI

Semerkand Dergisi Aralık 2019 Sayısında Yayınlanmıştır. 


“Harama bakma, haram yeme, haram içme, sabırlı ve dayanıklı ol. Yalan söyleme. Büyüklerden önce söze başlama. Kimseyi kandırma. Kanaatkâr ol. Dünya malına tamah etme. Yanlış ölçme, eksik tartma. Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.” 
Bu sözler size bir babanın evladına ya da bir hocanın talebesine nasihatleri gibi gelebilir ama esasen bunlar Ahî şeyhi ya da vekili tarafından kalfalıktan ustalığa geçenlere yapılan ilk tembihlerdir. 
Bu tür bir nasihate Batılı hiçbir meslek örgütünde rastlayamazsınız. Çünkü böyle nasihat etme düşüncesi ancak “helal kazanç” kavramını ticaretinin ya da mesleğinin merkezine koymuş bir medeniyete mensup olanların şiarı olabilir.
İki dünya, iki ahlâk
Ortaçağ Avrupası’nda ticaret, dine rağmen yapılan bir iştir. Çünkü Hıristiyanlık’da yoksulluk övülüyor, ticaretin insanı Tanrı’dan uzaklaştırdığı öğütleniyordu. Hatta tüccarlar, cenneti kazanabilmek için kiliseye yüklü miktarda bağış yapıyorlardı. 
Kilisenin bu tutumu, ticareti ahlâkî prensiplerle kuşatmak yerine baskılıyor ve ticaretin din dışı bir zeminde yürümesine ve gelişmesine neden oluyordu. Hatta bazı kaynaklar, Ortaçağ Avrupası’nda ilk tüccar sınıfın ortaya çıkmasını, müslüman gemilerinin yağmalanmasıyla elde ettiklerini satarak ticaret yapan yağmacılara ve korsanlara dayandırır. 
İşte böyle bir ortamda gelişen ticaret, önce Rönesans ve Reform hareketleri ile dinin tamamen hayat dışına taşınmasını, ardından coğrafî keşiflerin gerçekleşmesiyle sömürgeciliği doğurdu. Sömürgecilik ise kapitalizmi... Bugün kapitalizm dünyayı kana bulamaya ve ruhları köleleştirilmiş yığınların üzerinde sanal ihtiyaçlar oluşturarak insanı ve tabiatı sömürmeye devam ediyor.
İnsanlığa rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber s.a.v.’in ilahî vahiyle tohumlarını ekip yeşerttiği İslâm medeniyeti ise, ne kilisenin dünyadan el etek çeken ruhbanlığını ne de kapitalizmin sınır ve ilke tanımayan dünya hırsını kabul eder. Çünkü İslâm ümmeti bizzat vahiyle “orta ümmet” şeklinde vasıflandırılır. Orta ümmet her türlü aşırılıktan uzak, dünya ve ahiret dengesini sağlayabilen bir hayat anlayışına sahiptir. 
İslâm ticareti kötülemez ve yasaklamaz. Aksine teşvik eder, hatta helal ve haram sınırları içinde, meşru zeminde kazanç sağlamayı ibadet sayar. Öyle ki İslâm’da muhtaç olup “alan el” olmaktansa, zengin olup “veren el” olmak fazilet sayılır. 
Bu anlayışla gelişen ticaret anlayışı kapitalizm öncesi dünyada huzurun ve refahın timsali olmuştur. Bugün kapitalizmin hem dünyaya hem insan ruhuna yaptığı tahribatı tamir ve tedavi edecek yegâne formül İslâm’ın ticaret ve çalışma ahlâkıdır. Bu yazımızda İslâm ticaret ve kazanç ahlâkının yansımalarını Osmanlı çarşısı özelinde anlatmaya çalışacağız. 
İbadet toplumunda işler güçler
Osmanlı çarşısı, İslâm ahlâk ve medeniyetinin güzide örneklerinin yaşandığı mekânlardır. İslâm şehirleri üç esas alandan oluşur: 
• En merkezdeki yapı; şehrin büyük/ulu camisi ile varsa etrafında onunla irtibatlı medrese, imarethane ve benzeri yapılar... 
• İkinci alan ise merkezdeki cami ve külliyesinin vakıfları olan dükkânların, arastaların, bedestenlerin bulunduğu alandır, yani çarşıdır. 
• Üçüncüsü ise özel yaşam alanı olan mahalledir. 
Nitekim Efendimiz s.a.v.’in Medine’ye hicretinden sonra ilk işi bir mescid inşa etmek olmuş, daha sonra da müslümanlar için iyi bir pazar yeri oluşturmuştur. Haliyle çarşının ve mahallenin merkezinde olan cami bu alanlardaki hayatı doğrudan etkilemekte, ibadet ve ahlâk da hayatın tam merkezinde yer almaktadır.
Osmanlı çarşısını tanımak için önce onu oluşturan ve şekillendiren kaynağa bakmamız gerekiyor. Osmanlı çarşısının manevi temeli bizzat Osmanlı Devleti’nin kendisi gibi Ahîliğe dayanır. Ahilîk, kaynağını fütüvvetten(*) alarak Anadolu’da şekillenen ve yine Anadolu’ya şekil veren; İslâm akidesine sıkı sıkıya bağlı, tasavvuf mayasıyla yoğrulmuş, kendini toplumun dinî, iktisadî, idarî ve askerî ihtiyaçlarını gidermeye vakfetmiş insanların oluşturduğu bir teşekküldür. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali’nin bir Ahî şeyhi olmasının yanında, ilk dönem devlet adamlarının önemli bir kısmının Ahîlerden olması, bu teşkilatın Osmanlı toplumu ve yaşantısı üzerindeki etkisini anlamamız için önemlidir.
Ahîlik, Ahî Evran olarak bilinen Nasirüddin Muhammed rh.a. tarafından kurulmuştur. Fütüvvet ruhunun Anadolu’daki mücessem tezahürüdür. Ahî Evran, Muhyiddin ibnu’l-Arabî k.s. ve Evhâdüddîn Kirmânî k.s. ile beraber Anadolu’ya gelmiş, Selçuklu sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in fütüvveti benimsemesine vesile olmuştur. Böylelikle fütüvvet teşkilatı ahîlik adıyla Anadolu’da neşvünema bulmuştur.
Fütüvveti kim bilir?
Fütüvvet, köken olarak “Hılfu’l-Fudûl” gibi Efendimiz s.a.v.’in övgüyle bahsettiği oluşumlardan ilham alarak hicri II. asırda şekillenmeye başlamış; yiğitlik, cömertlik, kahramanlık ilkelerine dayalı teşkilattır. Önemli âlim ve velîlerin yazdığı “fütüvvetnâme”lerle ilkeleri yazılı hale getirilmiştir. İmam Kuşeyrî k.s. de Risale’sinde fütüvvetin tasavvufla yakın ilişkisini örnekler.
Hem fütüvvet hem ahîlik teşkilatları müntesiplerine kendilerinden önce halkı öncelemelerini, Hak için halka hizmeti şiar edinmelerini, İslâm ahlâkından taviz vermeden yaşamalarını, misafire, garibana kucak açmalarını öğretirlerdi. Şehirlerde tekke ve zâviyeleri ile halkın hizmetinde idiler. Gündüzleri her biri kendi mesleğini icra ederken geceleri tekkelerinde ilim ve zikir meclisleri kurarlardı. 
Ahiler, Moğol istilaları ile Anadolu’ya gelen Türk boylarının her ihtiyacına koşar, onların Anadolu’yu yurt tutmaları, yerleşip çoğalmaları için her türlü yardımı yaparlardı. Özellikle kurdukları ticarî örgütlenme ile işinin ehli müslüman zanaatkârların yetişmesine öncülük etmişlerdi. Esnaf olacak gençler sıkı bir eğitime alınırdı. Çıraklık ile başlayıp daha sonra kalfalığa ardından da ustalık seviyesine gelemeyenler esnaf olamazdı. Bu kadarla da kalmaz, sıkı denetim mekanizması ile esnafın yanlış yapmasına fırsat verilmezdi. 
İşte yazının giriş bölümüne aldığımız nasihatler, uzun yıllar eğitim sürecinden geçmiş ustalığı hak etmiş gençlere yapılırdı. İslâm ahlâkı ticaretin her alanında hassasiyetle korunurdu. 
Çarşı ve mahalle neden ayrı?
Temellerini fütüvvet ahlâkından alan Osmanlı çarşısında Ahîlik, 16. asırdan itibaren eski gücünü yitirmesine rağmen etkisini devam ettirmiş ve daha birkaç asır çarşı güvenin, kalitenin, ticaret ahlâkının timsali olmuştur. 
Çarşı, İslâm şehirlerinin hemen hepsinde mahalleden ayrı konumlanmıştır. Her biri cami, medrese, aşevi gibi bir hizmetin vakfı olan dükkânların oluşturduğu çarşıda esnaf, vakıfların kiracıları olarak ticaret yaparlardı. Mahalle ise çarşının bittiği yerden başlardı. Böylelikle her kesimden insanın bulunduğu kalabalık çarşı özel yaşam alanından ayrılır, mahallenin mahremiyeti korunurdu. 
Esnaf, sabah ve yatsı namazlarını mahallesindeki camide, gündüz vakitlerinde ise mutlaka çarşıya en yakın merkezî camide eda ederdi. Akşamları ise Ahî tekkesinde yapılan derslere iştirak ederlerdi. Savaş gibi olağanüstü hallerin yaşandığı zamanlarda ise Ahîlik şuuruyla devletin ve toplumun hizmetine koşarlardı. Hatta Osmanlı öncesi bazı dönemlerde Ahîlerin bizzat şehir idaresini yürütmek durumunda kaldıkları da olmuştur. Ancak idareciliği asla bir amaç haline getirmemişler; aksine, sadece üzerlerine düşen vazifeyi yapmak şuuruyla hareket etmişlerdir.
Ahîlik teşkilatının 16. asırdan itibaren eski enerjisini yitirmesi ve zayıflamasıyla Osmanlı toplumunda önemli bir eksiklik ortaya çıkmış olsa da, etkin olduğu asırlarda Osmanlı toplumu ve çarşısına çaldığı ahlâk mayası kolay kolay bozulmamıştır. Sonradan “gedik” ve “lonca” teşkilatları ile Ahîliğin yeri doldurulmaya devam edilmiştir. Yine Ahîlikte olduğu gibi çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamaları titizlikle uygulanmış, genelde mesleğe bu sistemin dışından başlanılmasına müsaade edilmemiştir.
Ahlâk ve edep çarşıları 
Osmanlı çarşısında geçerli hukuk İslâm ticaret hukuku, edep ve erkân İslâm ahlâkıdır. Bu temellere dayalı bazı uygulamalar sistemleşmiş ve mücessem hale gelmiştir. Bunlardan en kayda değerlerden biri “orta sandığı”dır. Orta sandıkları; aynen “avârız” vakıflarında mahallelinin ortak girişimiyle var olduğu gibi esnafın birbirlerini desteklemek, işi bozulanlara, sermayesi olmayanlara, herhangi bir afet veya kaza sonucu ticareti zarar görenlere yardım etmek maksadıyla oluşturulan yardım sandıkları idi. Karz-ı hasen kıymet verilen bir değerdi, insan onurunu zedelemeden birbirini destekleme amacı güdülürdü.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmeden önce tebdil-i kıyafetle yaptığı bir çarşı teftişi sırasında yaşanılanla ilgili anlatılanlar, Osmanlı esnafının sahip olduğu ticarî ahlâka ve zarafete güzel bir örnek teşkil eder. Kısaca hatırlatacak olursak: 
Sultan, bir gün sabah saatlerinde tebdil-i kıyafet ile çarşı denetimi yapmak için bir dükkâna girer. Birkaç parça bir şeyler almak ister. Satıcı istediklerinden az bir miktarını hazırlayıp verir ve tanımadığı Sultan’dan geri kalanını komşusundan almasını ister. Sultan kendisinde olmadığından mı böyle yaptığını öğrenmek isteyince satıcı, istediklerinin kendisinde bulunduğunu, fakat komşusunun daha siftah yapmadığını, bu yüzden ondan almasının daha doğru olacağını söyler. Sultan bu durumdan çok memnun olur ve İstanbul’un fethi için toplumun hazır olduğunu görür. Bu hadise üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı Devleti’nde esnafın iş ahlâkına ve dayanışma şuuruna işaret eder. 
Osmanlı çarşısında müslim ve gayrimüslim esnaf arasında belirgin farklar vardır. Evini bile fanilik düşüncesi ve tevazu ahlâkıyla uzun ömürlü malzemeden inşa etmeyen Osmanlı toplumu, çarşıda ticaretini yaparken de üç günlük dünyanın üç kuruşluk kazancı için kul hakkına girmeyi kendine ar görür. Bu durum yabancı gezginlerin de dikkatini çekmiştir nitekim Fransa’dan Osmanlı’nın doğu illerinde inceleme yapmak için gelen Teophile Deyrolle şöyle demektedir:
“Türk (müslüman demek istiyor), ciddi ve sessiz, çubuğunu içerek müşterisini bekler. Müşteri alacağı şeyi elinde evirip çevirdikten sonra değerini sorar. Dükkancının ağzından bir rakam düşer. Artık pazarlık etmek faydasızdır… Rum ile Ermeni tamamen başkadır. Müşteriye seslenir, elbisesinden tutup çekerler. Müşteriyi bir laf sağanağına tutarlar. Ona en yumuşak kelimelerle hitap ederler. Kardeşim, derler. Ruhum, dostum derler ve gösterdikleri malın iki kat değerini isterler.”
Tek ümit, tek çözüm
Osmanlı çarşısı, değişen dünyanın etkisinden kendini koruyamamış olsa da, kökenleri Ahîliğe dayanan pek çok uygulama günümüzde de yaşatılmaya devam edilmiştir. Yakın zamana kadar eski esnafların olduğu bazı çarşılarda işe başlarken “sabah duası” geleneğinin devam ettiği vâkidir. 
Eğitim sistemimizi belli ideolojik hedeflere göre şekillendirmeye teşebbüs eden 28 Şubat zihniyetinin sekiz yıl kesintisiz eğitim uygulamasına kadar çıraklık-kalfalık-ustalık geleneğinin yaşatıldığını hepimiz biliyoruz. Ehil ve ahlâklı insan yetiştirmeye matuf bu kadim esnaf geleneğinin, 28 Şubat kararlarının hâlâ devam eden yıkıcı etkisiyle maalesef yok olmaya yüz tuttuğunu üzülerek görmekteyiz.
Kapitalizm, insanı ve doğayı bir meta olarak görür ve “insanı insanın kurdu” olarak kabul eder. Bu yıkıcı anlayışa karşı alternatif olabilme potansiyeli taşıyan tek model fütüvvet ahlâkına yaslanan Ahîlik ve Osmanlı çarşısıdır. Maalesef kendi değerlerimize Batılı araştırmacılar kadar ilgili olmadığımız bir gerçektir. Günümüzde Osmanlı mahallesi ve çarşısına dair doyurucu tarih ve sosyoloji araştırmaları yapılmıyor. 
Hiç şüphe yok, kapitalizmin insanlığı çıkmaza sürüklediği şu zamanda sadece milletimizin değil, bütün bir insanlığın nefes alması yine İslâm’la ve İslâm’ın kendi öz müesseseleriyle olacaktır. Ama önce kendi medeniyetimizi, kavram ve değerlerimizi daha yakından tanımalı ve tarih hafızası güçlü nesiller yetiştirmeliyiz.
 (*) Fütüvvetin ne olduğu hususunda elinizdeki sayımızın “Tasavvuf Klasikleri” köşesine bakmanızı tavsiye ederiz. 
KAYNAKÇA
Cahid Baltacı, İslam Medeniyeti Tarihi, İFAV Yayınları, İstanbul, 2014.
Selahattin Bayram, Osmanlı Devleti’nde Ekonomik Hayatın Yerel Unsurları: Ahilik Teşkilâtı ve Esnaf Loncaları, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S:21(2012), S. 81-115.
Lütfi Bergen,  Medeniyetin Cüzü: Mahalle, İdealkent, S. 2 (2010), S.14-168.
https://www.istesob.org.tr/osmanli-esnafi/
Pınar Ülgen - Murat Çaylı, Ortaçağ Avrupa Ekonomisinin Mimarları Olan Tüccarlara Genel Bir Bakış, History Studies -Journal of History Studies, S. 9 (2017), S. 167-179.

16 Aralık 2019 Pazartesi

BİR ÇÖRTÜĞÜN HATIRLATTIKLARI

Çare Dergisi Güz 2019 sayısında yayınlanmıştır.

       Serdar KORKMAZ'a
Kaç yaşındaydım bilmiyorum ama şu kadar var ki eşeğin heybesine sığacak kadar küçüktüm onu iyi hatırlıyorum. Dedem beni eşeğin heybesine koyup bağa götürmüştü. Bağa varıp beni indirdiğinde ayaklarım uyuşmuştu, ayakta durmakta zorlanmıştım bir müddet. 
Beni bir ağacın altına oturtup yarım bıraktığı ot biçme işine koyuldu. Bense şaşkın gözlerle etrafı izlemeye… Dedem yonca tarlasında tırpan sallıyordu ha bire, burnuma taze biçilmiş yoncaların kokusu geliyordu. Oturduğum ağacın hemen önündeki arktan kol kadar bir su akıyordu, etrafımda önce korktuğum sonra alıştığım envai çeşit böcek geziniyordu. Kıpır kıpırdı her şey; altında oturduğum ağacın dalları hafif hafif sallanıyordu, önümde akan su şırıldıyor, dedemin tırpanın biçtiği otlardan çıkan sesler kulağıma kadar geliyor, böcekler, karıncalar bile neredeyse bana seslerini duyurmaya çalışıyordu. Kuşları söylemiyorum bile, onlar daha ben gelir gelmez şarkılarına başlamışlardı zaten. 
Sonra dedem elindeki tırpanı bırakıp gelip oturdu yanıma terlemişti, inan o ter kokusunu bile hâlâ unutmadım. Acıkmıştım, dedeme “acıktım dede ben” deyince “kurban olduğum, hemen hazırlarım şimdi” dedi ama ben ortada yenilecek bir şey görmemiştim. Dedem kalktı yerinden beni içinde getirdiği heybenin diğer gözünden bir küçük çıkın çıkarıp koydu önüme, az ilerimizde yonca tarlasının yanından bir yere gitti elinde birkaç yeşil soğanla geldi. Çıkını açtı bir güzel önümüze, içinde babaannemin koyduğu ufak bir beze sarılı çökelek vardı bir de kuru yufka parçaları. Yufka parçalarını önümüzde akan arktan eline su alıp serpeleyerek yumuşattı tek tek. Sonra bir çökelekli soğanlı dürüm yaptı ki sorma dostum. Ben böyle bir tadı daha bu yaşıma kadar almadım bir daha. 
Elimdeki çörtüğü dişlerken anlatıyordum bunları, ama bizimki hâlâ çörtüğü -renginden huylandığından olsa gerek- içinden kurt çıkacak diye korka korka ısırıyordu. Gülümsedim tabi, hem bir çörtüğün beni alıp tâ çocukluğumun en uzak hatırasına götürmesine hem de bizimkinin çörtük nedir bilmeyişine. 

2 Kasım 2019 Cumartesi

YİTİRİLEN MAHALLE İRFANIMIZ


  Mostar Dergisi Ekim 2019 sayısında yayınlanmıştır.
Cemil Meriç’in kültür ve irfan kavramlarına yüklediği anlam üzerinden düşünürsek; bugün bir şehir/mahalle kültürümüzün olduğunu söyleyebilirsek de, bir şehir/mahalle irfanımızın artık kalmadığını üzülerek belirtmek zorundayız. Çünkü batılı “kültür” kavramını “toplumun yaşayış ve düşünüş tarzı” anlamıyla ele alınca, kültürün zamanın ve algıların değişmesine göre değişebilir olduğunu kabul etmek durumunda kalırız. Buradan baktığımız zaman şehir/mahalle kültürünün, değişen zaman ve algılarla yeni bir şehir/mahalle kültürüne evrildiğini söyleyebiliriz.  Ancak irfan kavramının vahiyden doğduğu, zamanın ve algıların değişmesiyle değişmediği, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzını değil nasıl yaşaması ve düşünmesi gerektiği ifade ettiğinden, maalesef bugün bir şehir/mahalle irfanımızdan söz etmenin zor olacağını söylemek zorundayız. 
    Genel anlamda şehir, özel anlamda mahalle irfanı dediğimiz şey, bir şehrin veya mahallenin sâkinlerinin sahip olduğu irfandır.  Bu irfanı anlamak için sâkin kelimesinin anlamına bakmamız icap eder. Sâkin ve sükûnet kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Sâkin kelimesi “bir yerleşim alanında oturan, bir yerin mukîmi” anlamı taşıdığı gibi “uslu, kendi halinde olan, teskin olmuş, yatışmış” anlamlarına da gelmektedir. Kadim medeniyetimizin yetiştirdiği insan tipi sükûnet bulmuş insandır. Sükûnet bulmuş insan ise iç huzurunu elde etmiş, hem kendine hem etrafına merhamet ve sevgi nazarıyla bakabilen insandır. Aşırılıklardan kaçınan, mutedil, duyarlı insan tipidir. Bu vecihledir ki bizim medeniyetimizde bir şehirde ya da mahallede oturanlara “sâkin” denilmiştir. Nitekim İtalyan yazar De Amicis 1874 yılında geldiği İstanbul’un sâkinleri için bir batılı gözüyle şöyle demektedir: “Bütün Türkler bir fikir üzerine düşünceye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan, paşadan bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlar yaratmak gibi şeylere hiç rastlanmaz.” Bu sükûnet elbette ki İslam/Osmanlı medeniyeti ile yoğrulmuş insanımızın geçmişte sahip olduğu irfanın bir göstergesidir. 
    Sahip olduğumuz bu irfan sadece insan davranışlarında kalmamış, merkezine insanı koyarak çevre çevre tüm yaratılmışları içine alan bir medeniyet anlayışıyla; sosyal hayatta, mimaride, musikide ve daha nice alanlarda kendi toplumsal varoluşunu gerçekleştirmiştir. Vakıflar bunun en güzel örneğidirler. İnsanların hizmetine sunulan sayısız vakıfların yanında göçmen kuşlar için bile vakıflar kurulduğunu hep söyleriz. Eskilerin; evlerin, camilerin ve sair binaların duvarlarına muhteşem bir zevkle yaptırdıkları kuş evleri de bu irfanın bir göstergesidir. Sadaka taşı gibi uygulamalarda da ihtiyaç sahibi insanın onurunu koruma gayretini görmekteyiz. Aynı şekilde bu irfanı, şehir/mahalle mimarisinde de görmek mümkündür. Her biri diğerinin güneş almasını engellemeyecek şekilde sıralanmış evler ve o evlerin pencerelerinin mahremiyete saygı ifadesi olarak birbirine bakmaması, aynı hassasiyet gereği evlerin dış kapılarının üzerinde gelenin çalındığında cinsiyetini belli edecek tokmakların konulması gibi incelikler de yine bu şehir/mahalle irfanın bir göstergesiydi. Tüm bu anlattıklarımızın en güzel tarafı da bunların devlet zoru ile değil insanımızın vicdanî duyarlılığı ile ortaya çıkmış olmasıdır. 
    Peki, kısaca izah etmeye çalıştığımız bu şehir/mahalle irfanının varlığından bugün için bahsedebilir miyiz? Sorunun cevabını yazımızın başında vermiştik, maalesef hayır. Bugün değişen ve dönüşen şehir ve mahallelerimizde yeni yaşam tarzlarıyla beraber bir birbirinden çok farklı kültürlerin oluştuğunu söyleyebilsek de, bir şehir/mahalle irfanımızın varlığından bahsedemeyiz. Bir tarafıyla artık yüzünü tamamen batıya dönmüş insanımızın kendi medeniyetinden ve bu medeniyetin irfanından uzaklaştığını görmekteyiz. Elbette geçici dünya hayatında elde edeceği başarıları, tadacağı zevkleri kendisine gaye edinen insanda bir irfanın oluşması beklenemeyeceği gibi bu insanların çoğunlukta olduğu bir cemiyette de toplumsal irfan oluşması beklenemez. İçtimai münasebetlerde “önce ben” anlayışıyla hareket eden insanda bir irfan oluşmasını bırakın, birlikte yaşamanın gerekliliği olan toplumsal duyarlılık ve empati gelişmesi de beklenemez. Bir de dönemsel değişen modanın bile aşılarak yerine günlük değişen moda anlayışının neşvünema bulduğu, moderniteyi bile geride bırakan bir çağda yaşıyoruz. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bu çağda bir toplumsal irfanın tutunması ve buradan bir medeniyetin doğması bugün Batı dünyası için bile imkânsız gibidir. 
    Eskiden birbirine mesafeli evlerde ikamet eden ancak hayatın iç içe yaşandığı mahallelerimiz vardı. Bugün ise içine hallice bir köyü alacak kadar konut barındıran büyük binalarda neredeyse iç içe ikamet etmemize rağmen birbirini tanımayan, tanışmak için çaba sarf etmeyi geçin birbirinden kaçan insanlar oluverdik. Trafikte araç kullanmaktan, düğünler gibi toplu merasimlerimize kadar pek çok alanda diğerkâmlığı, toplumsal duyarlılığı unuttuk. Büyük şehirlerde daha feci şekilde görülen bu manzara giderek küçük şehirlerimize kadar yayılmaktadır. Daha acısını söyleyecek olursak; iki binli yıllardan sonra gelişen ve giderek bir popülizme dönüşen “köye dönüşler” bile sadece görüntüde kalmakta, şehirlerde edinilen irfandan yoksun türedi şehir kültürü kendini kırsala da taşımaktadır. Yani bahsettiğimiz sorun şehirlerle sınırlı bir sorun olmaktan çıkmış görünmektedir. 
    Aslında sorun belki de şehir hayatı içerisinde bir yerlerden birlikte yaşama kültürü devşirmeye çalışmak yerine, birlikte yaşama adabımızı/irfanımızı hatırlama derdine düşemeyişimizdir. Çünkü biz hâlâ özünde kadim bir medeniyetin izlerini taşımaktayız. İnancımızdan kopmadığımız sürece de bu böyle devam edecektir. İşte o yüzden derdimize çare olarak şair İsmet Özel gibi “eve dön, şarkıya dön, kalbine dön!” diyoruz. 

4 Mayıs 2019 Cumartesi

KALABALIKLARI DURDURAN ADAM

               
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”
Eğer savaşlar silahsız ve sadece fikirlerle yapılabilseydi Necip Fazıl hiç şüphesiz çilesi, fikirleri ve mücadelesiyle tarihimizin şanlı fatihlerinden sayılırdı. O katıksız bir fikir savaşçısı ve mücadele adamıydı.  Üstad adeta kollarını makas gibi açarak yığın yığın felakete giden bir neslin karşısına durmuş tüm gücüyle “Durun!” diye haykırmış, yetmiş küsur yıllık ömrünü bu mücadeleye adamış bir insandır.
Necip Fazıl yaşadığı dönemin; özünden koparılmış, kimliği unutturulmuş gençliğine kendini adeta yakarcasına aydınlatan bir kandil olmuştur. Kesinlikle gençlik için milli bir refleks ve dinamizm oluşturucu bir fikir aşıcısı, bir ideal adamıdır. “Ben yoksam kimse yok!” şuurunun fark ettiricisi bir dava adamıdır Necip Fazıl.
Necip Fazıl, pek çok mücadele ve aksiyon insanı gibi önce inkılâbını kendi ruh dünyasında gerçekleştirmiş; adeta ölmeden önce ölmeyi, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmeyi başarmış; önce yanmış ve nihayet küllerinden yeniden doğmuştur. Hz. Ömer gibi, Bişr-i Hafî gibi, Malcom X gibi öncesi ve sonrası olan bir düşünce ve inanç devrimi yaşamıştır. 1934 tarihi Necip Fazıl için milat olmuştur.
1934’ten öncesinde Necip Fazıl yatağını aryan ırmak gibidir. Onun bu tarihten sonraki hayatını ve mücadeleci karakterini anlamak için bu tarihten öncesini de iyi anlamak lazımdır. Necip Fazıl’ın hayatının bu tarihe kadar olan kısmında üç insanın büyük etkisi olmuştur; birincisi dedesi Hilmi Bey ikincisi babası Fazıl Bey, üçüncüsü annesi Mediha Hanımdır. Osmanlı’nın meşhur hâkimlerinden olan dedesi Hilmi Bey’in konağında dünyaya gelen Necip Fazıl klasik bir Osmanlı ailesinin havasını solumuştur. Hilmi Bey torunun ilk eğitimiyle yakından ilgilenmiş vefatına kadar hep dizi dibinde tutmuştur. Necip Fazıl’ın özüne nüfuz eden şecaat hissinin dedesinden tevarüs ettiğini söyleyebiliriz. Babası Fazıl Bey ise Osmanlı’nın son dönem buhranını temsil eder. Babası Hilmi Bey kadar köklerine bağlı değildir. Kapalı bir kimliği vardır. Nitekim babasının vefatından sonra Mediha Hanım’dan ayrılır, Necip Fazıl annesiyle başka bir yere taşınır. Necip Fazıl’ın gençlik yıllarında ortaya çıkan buhranlı ve çalkantılı ruh halini babasından aldığı ortadadır. Annesi Mediha Hanım ise naif bir Osmanlı kadınıdır. Parçalanmış ailesi ve hastalıklarla yorulmuş çileli bir kadındır. Kızını küçük yaşta kaybeden Mediha Hanım Necip Fazıl’ın üstüne fazlasıyla titrer, eğitimini devam ettirmesi için gayret eder. Necip Fazıl’ın şairliğini annesine borçluyuz. Elbette iç dünyasını şekillendiren merhamet hissinin annesinden geldiğini söyleyebiliriz.
Necip Fazıl çocukluğunu geride bırakıp gençliğe adım attığında artık Osmanlı yıkılmaktadır. Millet savaşlarla yorulmuş, ileri derecede fakir düşmüştür. Gençlerin çoğu cephelerde kaybedilmiş kalanların az bir kısmı milli mücadele için çırpınırken bir kısmı da vurdumduymazlığın zirvesine çıkmıştır. Necip Fazıl cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Paris’tedir. Tam bir bohem hayatına dalmıştır. İçinde kaybolduğu fırtınalı bir denizdedir. Yatağını yanlış yerde aramaktadır Necip Fazıl. Aynı zamanda şiirleri beğeniyle takip edilmeye başlanmıştır. O dönemki şiiri içindeki fırtınalarda çırpınışların bir tezahürüdür.
Necip Fazıl gençlik döneminde gerilen bir yay gibidir. Ama hâlâ okunun hedefini bulamamıştır. Ona bu hedefi bulduracak olan Piyer Loti’ye çıkan yolda bir tekkede 1934 yılında “Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel,” bir vakitte “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız/Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!” diyerek işaret ettiği Seyyid Abdulhakim Arvasi(k.s) ile tanışır. Yıllar yılı savrulduğu fırtınalı denizden artık kendisine limanı gösterecek feneri bulmuştur. Gidip gelmelerin düşüp kalkmaların tarifi zor izler bıraktığı adına fikir çilesi dediği bir dönem başlar artık.
“Gaiplerden bir ses geldi: bu adam/ Gezdirsin boşluğu ense kökünde!/Ve uçtu tepemden birdenbire dam/Gök devrildi künde üstüne künde” dizelerinde ifade ettiği gibi büyük sarsıntılar yaşar. Bütün varlığını sorgulamaya başlayarak mürşidinin işaret ettiği limana doğru yol alır artık. Yol kolay değildir; bu durumu “Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş/ Fikir çilesinden büyük işkence” diye tarif eder. Bu sıkıntılı süreç neredeyse mürşidinin vefatına kadar devam eder. Mürşidinin zorla İstanbul’dan gönderilmesine kadar sıklıkla ziyaretine gider; bu gidip gelmeleri yaşantısında da yaşar. Düşer kalkar ama sonunda istikametini bulur; artık sanatta ve hayatta gayesini bulmuştur: “Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu gerisi yalnız çelik çomakmış.” sözleriyle ifade eder bu gerçeği. O zamana kadar yaşadığı tüm süreci “O ve Ben” adlı eserinde anlatır Necip Fazıl.
Adeta 1934’ten önceki dönemi hamlığının 1934’ten sonra pişmesinin 1943’ten sonraki dönem ise yanmasının dönemidir. 1943’te “Büyük Doğu” dergisini çıkarmaya başlar. Müslüman gençliğin inşası uğrunda gecesini gündüzüne katarak çalışır. Sansürlere aldırış etmez, defalarca kez mahkum olur. Gençliği “Güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” “marka Müslümanlarından” kurtarmanın davasını gütmeye başlamıştır.
Necip Fazıl sadece mücadele insanı değildir. Uğrunda mücadele ettiği hakikatleri bayraklaştıran bir fikir ve dava adamıdır. “İdeolocya Örgü”yle fikrinin ütopyasını ortaya koymuştur. Müslüman Türk gencine, kendisine biçilmiş sözde özgülük özde esaret dünya sistemlerini kabullenmemesini “İslam”ın tüm sistemlerin üzerinde dünya ve ahiret davası olduğunu kavraması gerektiğini anlatır yılmadan. Büyük Doğu mefkuresini anlatmak için konferastan konferansa koşmuş gecesini gündüzüne katarak mücadelesine yılmak bilmez bir azimle devam etmiştir. Onun azmi, çoğu kimsenin cahil gördüğü bir işportacıyı bile bir hedefe ve davaya hizmet ettirecek; çoğu üniversite bitirmişten bile daha donanımlı hale getirecek bir enerji ile doluydu. Sanatının gücünü Allah yoluna râm eden Necip Fazıl, şiirleriyle davasını destanlaştırırken tiyatro ve romanlarıyla da aynı davaya hizmet ediyordu. “Bir Adam Yaratmak” ile maddeciliği sorguluyor “Reis Bey” ile merhametsiz adaletin de zulüm olduğunu gösteriyordu. Tarih yazmanın malumat vermekten öte bir şey olduğunu “Yeniçeri” ve “Son Devrin Din Mazlumları”yla ortaya koyuyor. Bize yutturulmaya çalışılan tarihi sorguluyordu. Daha pek çok eseriyle yatağında çağlayarak akan Necip Fazıl geçtiği çöllerde ileride gümrah ormanlar olacak fidanlar yetiştiriyordu.
“Mehmedim sevinin başlar yüksekte/Ölsek de sevinin eve dönsek de/ Sanma bu tekerlek kalır tümsek de/ Zaman elbet bizimdir elbet bizim/Gündoğmuş, gün batmış ebet bizimdir.”  dizeleriyle ifadelendirdiği hakikat çok geçmeden gerçekleşmiş ve Necip Fazıl, Müslüman Türk gençliğinin kendine “Üstad” saydığı bir şahsiyet olmuştur. Maalesef ki bugün biz hâlâ fikirde, sanatta ve aksiyonda Necip Fazıl’ı geçecek insanlar yetiştiremedik. İşte bu yüzden onların temelini attığı “bu öksüz yapıyı” sürdürmek adına çok çalışmalıyız çok düşünmeliyiz. Aksi takdir de utanılacak hallere düşmemiz kaçınılmazdır. Şu bir gerçektir ki hiçbir fikir ve dava adamı son sözü söylememiştir. Biz Necip Fazıl gibi ustalardan aldığımız emaneti daha ileri götürecek azmi yakalamalıyız. Bunun için de öze dönmeli Kuran ve Sünnetin rehberliğine yapışmalıyız. Öncülerin saçtıkları tohumların fidanları olmalı her birimiz hakikat uğruna bayraklaşmalıyız.
                                Hüseyin Hilmi Arslan

26 Nisan 2019 Cuma

BENİM CİCİ TAKINTILARIM

BENİM CİCİ TAKINTILARIM
    Yukarıdaki başlık çok absürt gelebilir size. “Takıntının cicisi mi olurmuş canım” diyebilirsiniz. Hatta “Kesin değişik değişik şeyler söyleyecek” deyip okumayı daha bu paragrafı bitirmeden bırakabilirsiniz. Sorun değil hiç kafama takmayacağım bırakabilirsiniz. Ya da neyse biraz sabredin canım, takıntılı bir adamın yazı yazması öyle kolay olmuyor. Yok şu kelime olmadı, şu paragrafta anlatılanlar gereksiz, yok konunun dışına çıkmışım sil geri dön, toparla düzelt; hatta biraz da dikkat dağınıklığı olunca başka bir şeye takılıp gitmeler falan derken İsmet Özel’in “güç bela kurduğum cümle işte bu” demesi gibi buraya yazdıklarımı okursunuz umarım. Okuyun ha!
    Bu cümleyi de okuyorsanız demek ki dikkatinizi çekmeyi başardım. Haydi başlayalım o zaman. Aslında bu yazıyı konu hakkında pek çok bilimsel makaleyi inceleyerek size takıntıları ya da bilimsel adıyla obsesif kompülsif bozukluğu anlatabilirdim. Ama bunu yapamam çünkü ben bir psikolog ya da psikiyatr değilim. Ama her ne kadar konunun mekteplisi olmasam da kendimi alaylısı olarak görmekte de bir mahzur görmüyorum. “Sonuna kadar takıntılıyım kardeşim” demek geldi içimden şimdi. Konuya bu şekilde yaklaşmakla bahsi geçen meslek sınıfından olanların işini hafife aldığım düşünülmesin, alınmasınlar da: “Allah yokluklarını göstermesin ama muhtaç da etmesin” kabilinden yaklaşmayı tercih ediyorum kendilerine. Takıntı müptelası olan benim gibi pek çok insanın onlarsız bu durumdan kurtulması zor. Elbette profesyonel yardım almak gerekiyor. Ama bizim konuyla alakalı başka bir bakış açısı getirmemizin de bir sakınca yoktur herhalde.
    Obsesif kompülsif bozukluk yani takıntının, biz bu yazıda daha çok bu ifadeyi kullanacağız, pek çok türü ve tezahürü var. Yolda gördüğü arabaların plakalarını ezberleme takıntısından temizlik takıntısına, imanî ve dini meselelerle ilgili takıntılarından düzen takıntısına kadar farklı türde takıntıların olduğunu molla google’a sorarak öğrenebilmeniz mümkün. Takıntıların sebepleri konusunda mektepli hocalarımızın elbette ki söyleyecekleri çok şey vardır ama “damdan düşenin halini damdan düşer anlar” hakikatinden hareketle konuya müdahil olmayı kendime bir sorumluluk olarak görüyorum.
    Sadede gelelim artık. Takıntıların dini terminolojide adı “vesvese”. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin konuyla alakalı muhteşem tespitleri var.  Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatından Sözler kitabında Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamı kısmında konuyu geniş bir şekilde ele alır. Zat-ı muhteremin sadra şifa olan bu eserini takıntı ve vesveseden muzdarip haldaşlarıma şiddetle tavsiye ederim. Bediüzzaman, vesveseyi musibete benzetir ve vesvesenin sebepleri, sonuçları ve dahi çözüm yollarını gayet veciz bir şekilde ifade eder.  Bediüzzaman’ın vesvesenin daha çok “hassas asabilerde” göründüğünü ifade etmesi kayda değer bir tespit. Saman alevi gibi çabuk parlayıp çabuk sakinleşebilen bu kardeşinizde neden takıntılılık olduğunu açıklıyor. Kendine güven duygusu zayıf olunca da iç hesaplaşmalar alıp yürüyor haliyle. Ama Bediüzzaman, vesveseden kurtulma yolunu tam aksi olarak gösteriyor ve diyor ki: “Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musîbete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen(korkmazsan) hafif olur, mahfî(gizli) kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.” Yani kısaca “önem verme” diyor.  Bunları ilk kez okuyan takıntıya müptela olmuş birinin nebze rahatlaması mümkün. “Bir nebze” derken kastım, kardeşiniz gibi uzun bir dönem bu musibete maruz kalmış birinin her ne kadar önem vermemesi gerektiğini bilse de bunu davranış haline getirmesi biraz zaman alıyor. Bu musibet önem vermemeyi öğrendiğinizde elbette bir gün geçip gidiyor bundan emin olun. Ama bir şeyleri takıntı yapma sizde bir özellik olarak kalıyor. Değişen zamanlarda değişen şeyleri kolaylıkla takıntı yapma gibi bir yeteneğiniz oluşuyor.
“Takıntı yapmanın nesi yetenekmiş?” diye sorduğunuzu varsayarak cevap vereyim efendim. “Zaten bu yazının ana fikrini de bu soruya vereceğim cevaplar oluşturuyor” diyelim de iki saat yazının ana fikrini bulmak için uğraştırmayım sizi. Evet, takıntılı olmak; aşırıya gitmemek, hasta olmamak, çevrenizi ve ailenizi rahatsız etmemek şartıyla; sizi çalışmaya, üretmeye, bir şeyler yapmaya, gayrete itecek, zorlayacak, adım attıracak hatta sizi sonuca götürecek bir yetenektir. Ancak kafaya taktığınız işleri başarabilirsiniz. Konuyu biraz daha açarsak, yukarıda da bahsettiğim gibi vesvese veya takıntı her ne derseniz deyin çoğu zaman kişiyi hiçbir şeyi kafaya takamadığı, bir şeyler üretmeden işe yarar bir iş yapmadan rahat rahat yaşayıp gittiği bir dönemde bulur ve müthiş bir şekilde rahatsız eder. Hele de ne olduğu anlaşılmaz ise kişiyi hasta eder. Artık bundan sonra Necip Fazıl’ın “fikir çilesi” dediği gibi iç hesaplaşmayla boğuşulur. Meselenin iç yüzü öğrenildikçe hatta alınan profesyonel destekle sıkıntılar bertaraf olur. Olur olmasına da bir şeyleri takıntı yapabilme potansiyeli yok olup gitmez. Fakat şunu bilmemiz gerekir ki, kâinatta hiçbir şey boş ve anlamsız yere yaratılmamıştır buna takıntı da dâhildir. Takıntılarımız bizi harekete geçirecek müthiş bir enerjiyi içinde taşır. Her ne kadar başlangıçta insanı gerse de bu durum bir yayın okunu hedefi tam isabet vurabilmesi için gerilişine benzetilebilir. Kişinin ataletten yani tembellikten, vurdumduymazlıktan kurtulması için bir nevi fırsat olur.
Bediüzzaman, yukarıda bahsettiğimiz eserinin aynı bölümünde: “İfrata(aşırıya) varmamak, hem galebe çalmamak(üstün gelmemek) şartıyla, asl-ı vesvese(vesvesensin aslı) teyakkuza(uyanıklığa) sebeptir, taharrîye(araştırma, inceleme) dâîdir(sebeptir), ciddiyete vesîledir; lâkaydlığı atar, tehâvünü(aldırış etmemeyi) def’ eder(ortadan kaldırır). Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda(imtihan yerinde), şu meydan-ı müsâbakada(yarış meydanında), bize kamçı-yı teşvik(teşvik kamçısı) olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor.” Sözleriyle tam da anlatmaya çalıştığımız durumu ifade ediyor.
Demem o ki, takıntılarınız varsa bu korkulacak bir durum değildir. Hele de kendinizle bir savaşa girmenize de gerek yoktur. Önemli olan bu durumun kişiye özel bir potansiyelden kaynaklandığını bilip bu potansiyeli doğru bir kanala yönlendirmektir. Gün içinde yaşadıklarınızı veya insanlarla olan ilişkilerinizi veya herhangi başka bir şeyi takıntı yaparak enerjinizi harcamak yerine; olumlu işlerle yani üretme, hizmet, çalışmayla huzuru yakalayabilir daha mutlu olabilirsiniz. Tek şart her şeyde olduğu gibi her türlü aşırılıktan uzak durmaktır elbette.
Son söz olarak diyelim ki: Ey benim gibi takıntılı kardeşim, takıntıların her ne kadar seni zorlasa da aslında onlar senin sıçrama tahtandır, senin kendini tanıman ve toparlaman için bir vesiledir. “Bu nereden geldi başıma” deyip kendini daha fazla üzme, Rabbimizin İnşirah süresindeki mesajını tekrar tekrar oku ve anlamaya çalış, çünkü derdimizin dermanı oradadır: “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.” (inşirah 5-6-7)
Vesselam.
                                Hüseyin Hilmi ARSLAN
                                           19/02/2019

23 Nisan 2019 Salı

BİR TAŞIN HİKÂYESİNİN HİKÂYESİ


Bir taşın hikayesini yazmak için nereden başlamalı? “Merhaba ben bir taşım, binlerce yıl önce oluştum ve yine binlerce yıldır buradayım.”  diye başlasam editör nasıl bir tepki verir acaba? Daha devamını okumadan “n’cık, geç!” deyip kapatır mı sayfayı? Yoksa “Bir taşım ben, volkanik menşeliyim, binlerce yıl önce, daha dünya yüzeyi yeni yeni şekillenirken volkanik bir patlama ile çıktım yeryüzüne, dünya soğudukça ben de soğudum katılaştım, üzerimden nice rüzgârlar esti, çok fırtınalar gördüm. Yağmurlar yağdı tepemden hatta bir zaman binlerce metreküp suyun içinde kaldım, çekildi sular sonra üzerimden, nice ağaçlar yeşerdi kökleri parçaladı bünyemi. Eridim toprak oldum ama taş halinde kaldı bir kısmım. Şimdi bir çölün ortasında kumların arasında dik bir kaya olarak bulunmaktayım.” diye başlasam sevgili editörün ilgisini uyandırabilir miyim? Bu sefer de “böyle bir giriş mi olur arkadaş, amma uzatmış.” mı der acaba? “Ben bir taşım Allah yarattı var oldum, şimdi onun bana verdiği bu rolü yaşıyorum.”desem başlasam artık sevgili editör de ne derse desin.
    Sahi neden birinci kişi ağzıyla anlatıyorum ki bu taş bu sonuçta. Cansız dilsiz bir varlık. Kişileştirme yapmak zorunda mıyım? Bir taşı ruhu varmış gibi kabul etmek nasıl hava katar ki öyküye. Zaten ana fikri de düşününce bir taşı ruhu varmış gibi anlatmak çok mantıksız. O zaman şöyle başlasam: “O sadece bir taş; milyonlarca yıl önce kesinlikle tesadüf eseri olmayan bir şekilde var edildi.” galiba olacak gibi. Editörün nasıl bir tepki vereceği artık pek de umurumda değil. Zaten yayınlamayı da düşünmüyorum. Dergilere göndersem muhtemelen yayınlamazlar, üstüne bir de “Efendim çok okuyun az yazın.” diye akıl verirler nitekim haklılar da okumalı az yazmalı hatta hiç yazmamalı. Ne çok yazılıyor şimdi. Eskiden bu kadar yazı var mıydı efendim? Yazmak zahmetli bir o kadar da kıymetli bir işti. Öyle insanlar üç beş kitap okuyup “Haydi ben de yazayım bir şeyler.” deyip laptopu alıp önüne yazamazdı değil mi? Yıllar süren çalışmaların kıymetli meyveleriydi yazılanlar. Yazılanlar da öyle binlerce cilt çoğaltılamazdı, bir ciltlik eseri bulmak için yüzlerce belki binlerce kilometre yol gitmek gerekirdi ki o ciltler de genellikle ender sayıdaki büyük kütüphanelerde bulunurdu. Şimdi lüzumlu lüzumsuz her konuda yazılıyor. Önüne gelen yazıyor kardeşim, kıymeti mi kalır bunun? Niye anlatıyorum ki ben bunları şimdi. Gitti kafam yine. Bu dikkat dağınıklığı başıma bela benim.    
Neyse biz asıl mevzuumuza dönelim artık. Bir taşın hikâyesi diyorduk, üçüncü kişi ağzıyla anlatıma karar verdim sanırım. Çünkü hikâyeye göre bu taştan put yapıyorlar elleriyle, sonra tapınıyorlar karşısına geçip, hem de korkuyorlar kendilerini bir belaya uğratır diye. Aklı almıyor şimdi insanın eleriyle yonttuğu, bir vursa tepe taklak olacak bir cisme tapınmasını. Şimdi konusu bu olan hikâyedeki kahramanımız malum taşı birinci kişi ağzıyla anlatsam o putperestleri az biraz doğrulayacakmışım gibi geliyor bana.  “Ne alakası var” diyecek şimdi bu yazdıklarımı okuyan. Bence alakası var olmasa bile dağınık zihnim bir irtibat kuruyor. Hatta buraya tam da bu satıra şöyle yazmam için içimden bir istek duyuyorum: “Hani Michelangelo (Bu ismi yazmak için internete baktım bu arada. Sanki Mişelancelo yazsam ne olcaksa) Davut heykelini yaptıktan sonra karşısına geçip “Haydi konuş Davut” dediği rivayet edilir ya da bu manaya gelen bir söz, her neyse yani demem o ki Michelangelo taşın taştan başka bir şey olmadığını basbayağı biliyordu ama tanrılaşmak(nâmümkün kelimelerden biri, bu konuyu ayrı çalışmalıyım) hevesinden mütevellit böyle diyor kanaatimce. Şimdi kurduğum -belki size göre uzak, bana göre yakın- alaka şu ki putları tapılır yapan tapıcısının ona yüklediği anlam bir nevi ona üflediği ruhtur. Yani tapan aslında nefsini tanrılaştırmaktadır, bu durumun hikâyemizdeki taş ile irtibatına gelince: ben onu bir taştan öte ruhu olan bir varlık gibi anlatırsam ona tapanların haklılığını bir nevi delillendirmiş olacağım. Oysa hikâyenin sonunda mesaj olarak; onun sadece bir taş olduğunu, taşa tapmanın mantıksız olduğunu, günümüz insanın buna gülerken aslında kendi eliyle yaptığı pek çok şeye taptığını bugünkü putperestliğin eski putperestliğin sadece level atlamış hâli olduğunu falan nasıl verebilirim ki? Velhasıl bu hikâyede birinci kişi ağzı kullanırsam Michelangelo’dan ne farkım kalır? Bu arada Michelangelo’yu da yerin dibine batırdım. Zaten bana göre Hz. İbrahim(a.s)’in putları yere yeksan ettikten ve en iri putu sağlam bırakıp boynuna baltasını astıktan sonra soranlara “Belki o kırmıştır!” demesi Michelangelo’nun Davut heykelinden sonsuz kere daha büyük sanat taşıyor.
Dedim ya dağınık bir zihnim var, dağılıp gidiyorum. Yetti artık başlayayım değil mi?
“O sadece bir taş; milyonlarca yıl önce kesinlikle tesadüf eseri olmayan bir şekilde var edildi ve milyonlarca yıl boyunca olduğu yerde kaldı. Üzerinden nice rüzgârlar, fırtınalar esti.  Onu önce bu fırtınalar yonttu sonra sular parçaladı gövdesini. Sonra Yaratan etrafını bir çöle çevirdi. Onun kendine ait bir kaderi yoktu ama o zaten bir kaderin parçasıydı, insan denilen varlığın büyük oyununda bir dekor olmaktı onun görevi. Bunun farkında bile değildi asında olması da gerekmiyordu. O sadece kendi lisanıyla hakkı zikretmekteydi binlerce yıldır.” Şimdi bu cümleden sonra “Hani taşların ruhu olmazdı? Nasıl zikrediyorlar o zaman?” diyeceksiniz. Haklısınız onların da zikredebildiğini ben uydurmadığıma, bunun bir Kur’an(İsra-44)  buyruğu olduğuna göre muhtemelen; düzeltiyorum cidden yanıldım o zaman. Ruhları var diyemem ama bizim anlayamayacağımız (ki bunu anlayamayacağımızı yine aynı ayetin devamı söylüyor) bir şekilde farklı şuur durumuna sahipler diyebilirim. Bu durumda birinci kişi ağzıyla anlatmam sorun olmasa gerek. Dedim ya dağınık bir zihnim var.
İtiraf ediyorum bu yazıyı sonunda kayda değer bir şeyler çıksın diye yazmıyorum.  Yayınlamayı da düşünmüyorum. Belki kendime yüzleşmek istiyorum, belki alıştırma yapmak istiyorum hepsi bu. En azından bir öykü yazacaksam konusunu ve haritasını oluşturmam gerektiğini n farkına vardım. Bu da bir şeydir.

Hüseyin Hilmi ARSLAN