2 Kasım 2019 Cumartesi

YİTİRİLEN MAHALLE İRFANIMIZ


  Mostar Dergisi Ekim 2019 sayısında yayınlanmıştır.
Cemil Meriç’in kültür ve irfan kavramlarına yüklediği anlam üzerinden düşünürsek; bugün bir şehir/mahalle kültürümüzün olduğunu söyleyebilirsek de, bir şehir/mahalle irfanımızın artık kalmadığını üzülerek belirtmek zorundayız. Çünkü batılı “kültür” kavramını “toplumun yaşayış ve düşünüş tarzı” anlamıyla ele alınca, kültürün zamanın ve algıların değişmesine göre değişebilir olduğunu kabul etmek durumunda kalırız. Buradan baktığımız zaman şehir/mahalle kültürünün, değişen zaman ve algılarla yeni bir şehir/mahalle kültürüne evrildiğini söyleyebiliriz.  Ancak irfan kavramının vahiyden doğduğu, zamanın ve algıların değişmesiyle değişmediği, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzını değil nasıl yaşaması ve düşünmesi gerektiği ifade ettiğinden, maalesef bugün bir şehir/mahalle irfanımızdan söz etmenin zor olacağını söylemek zorundayız. 
    Genel anlamda şehir, özel anlamda mahalle irfanı dediğimiz şey, bir şehrin veya mahallenin sâkinlerinin sahip olduğu irfandır.  Bu irfanı anlamak için sâkin kelimesinin anlamına bakmamız icap eder. Sâkin ve sükûnet kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Sâkin kelimesi “bir yerleşim alanında oturan, bir yerin mukîmi” anlamı taşıdığı gibi “uslu, kendi halinde olan, teskin olmuş, yatışmış” anlamlarına da gelmektedir. Kadim medeniyetimizin yetiştirdiği insan tipi sükûnet bulmuş insandır. Sükûnet bulmuş insan ise iç huzurunu elde etmiş, hem kendine hem etrafına merhamet ve sevgi nazarıyla bakabilen insandır. Aşırılıklardan kaçınan, mutedil, duyarlı insan tipidir. Bu vecihledir ki bizim medeniyetimizde bir şehirde ya da mahallede oturanlara “sâkin” denilmiştir. Nitekim İtalyan yazar De Amicis 1874 yılında geldiği İstanbul’un sâkinleri için bir batılı gözüyle şöyle demektedir: “Bütün Türkler bir fikir üzerine düşünceye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan, paşadan bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlar yaratmak gibi şeylere hiç rastlanmaz.” Bu sükûnet elbette ki İslam/Osmanlı medeniyeti ile yoğrulmuş insanımızın geçmişte sahip olduğu irfanın bir göstergesidir. 
    Sahip olduğumuz bu irfan sadece insan davranışlarında kalmamış, merkezine insanı koyarak çevre çevre tüm yaratılmışları içine alan bir medeniyet anlayışıyla; sosyal hayatta, mimaride, musikide ve daha nice alanlarda kendi toplumsal varoluşunu gerçekleştirmiştir. Vakıflar bunun en güzel örneğidirler. İnsanların hizmetine sunulan sayısız vakıfların yanında göçmen kuşlar için bile vakıflar kurulduğunu hep söyleriz. Eskilerin; evlerin, camilerin ve sair binaların duvarlarına muhteşem bir zevkle yaptırdıkları kuş evleri de bu irfanın bir göstergesidir. Sadaka taşı gibi uygulamalarda da ihtiyaç sahibi insanın onurunu koruma gayretini görmekteyiz. Aynı şekilde bu irfanı, şehir/mahalle mimarisinde de görmek mümkündür. Her biri diğerinin güneş almasını engellemeyecek şekilde sıralanmış evler ve o evlerin pencerelerinin mahremiyete saygı ifadesi olarak birbirine bakmaması, aynı hassasiyet gereği evlerin dış kapılarının üzerinde gelenin çalındığında cinsiyetini belli edecek tokmakların konulması gibi incelikler de yine bu şehir/mahalle irfanın bir göstergesiydi. Tüm bu anlattıklarımızın en güzel tarafı da bunların devlet zoru ile değil insanımızın vicdanî duyarlılığı ile ortaya çıkmış olmasıdır. 
    Peki, kısaca izah etmeye çalıştığımız bu şehir/mahalle irfanının varlığından bugün için bahsedebilir miyiz? Sorunun cevabını yazımızın başında vermiştik, maalesef hayır. Bugün değişen ve dönüşen şehir ve mahallelerimizde yeni yaşam tarzlarıyla beraber bir birbirinden çok farklı kültürlerin oluştuğunu söyleyebilsek de, bir şehir/mahalle irfanımızın varlığından bahsedemeyiz. Bir tarafıyla artık yüzünü tamamen batıya dönmüş insanımızın kendi medeniyetinden ve bu medeniyetin irfanından uzaklaştığını görmekteyiz. Elbette geçici dünya hayatında elde edeceği başarıları, tadacağı zevkleri kendisine gaye edinen insanda bir irfanın oluşması beklenemeyeceği gibi bu insanların çoğunlukta olduğu bir cemiyette de toplumsal irfan oluşması beklenemez. İçtimai münasebetlerde “önce ben” anlayışıyla hareket eden insanda bir irfan oluşmasını bırakın, birlikte yaşamanın gerekliliği olan toplumsal duyarlılık ve empati gelişmesi de beklenemez. Bir de dönemsel değişen modanın bile aşılarak yerine günlük değişen moda anlayışının neşvünema bulduğu, moderniteyi bile geride bırakan bir çağda yaşıyoruz. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bu çağda bir toplumsal irfanın tutunması ve buradan bir medeniyetin doğması bugün Batı dünyası için bile imkânsız gibidir. 
    Eskiden birbirine mesafeli evlerde ikamet eden ancak hayatın iç içe yaşandığı mahallelerimiz vardı. Bugün ise içine hallice bir köyü alacak kadar konut barındıran büyük binalarda neredeyse iç içe ikamet etmemize rağmen birbirini tanımayan, tanışmak için çaba sarf etmeyi geçin birbirinden kaçan insanlar oluverdik. Trafikte araç kullanmaktan, düğünler gibi toplu merasimlerimize kadar pek çok alanda diğerkâmlığı, toplumsal duyarlılığı unuttuk. Büyük şehirlerde daha feci şekilde görülen bu manzara giderek küçük şehirlerimize kadar yayılmaktadır. Daha acısını söyleyecek olursak; iki binli yıllardan sonra gelişen ve giderek bir popülizme dönüşen “köye dönüşler” bile sadece görüntüde kalmakta, şehirlerde edinilen irfandan yoksun türedi şehir kültürü kendini kırsala da taşımaktadır. Yani bahsettiğimiz sorun şehirlerle sınırlı bir sorun olmaktan çıkmış görünmektedir. 
    Aslında sorun belki de şehir hayatı içerisinde bir yerlerden birlikte yaşama kültürü devşirmeye çalışmak yerine, birlikte yaşama adabımızı/irfanımızı hatırlama derdine düşemeyişimizdir. Çünkü biz hâlâ özünde kadim bir medeniyetin izlerini taşımaktayız. İnancımızdan kopmadığımız sürece de bu böyle devam edecektir. İşte o yüzden derdimize çare olarak şair İsmet Özel gibi “eve dön, şarkıya dön, kalbine dön!” diyoruz.