28 Mayıs 2020 Perşembe

ÖLMEYEN ÂŞIK: BİZİM YUNUS

Mostar dergisi Şubat 2020 sayısında yayımlandı 

    12 ve 13. yüzyıllar İslam dünyası için bir taraftan Haçlı diğer taraftan Moğol zulmüne uğradığı, içte ise Hasan Sabbah’ın başını çektiği Haşhaşilik gibi fitneci akımların baş gösterdiği yıllardır. Moğolların önünden kaçan Türk boyları akın akın Anadolu’ya göçmektedirler. Yüzyıllar boyunca İslam coğrafyasının ilim ve idare merkezleri olmuş Semerkand, Buhara ve Bağdat gibi şehirleri Moğollar eliyle harap olmuştur. Müslümanlar bu yıkımlarla bîtap düşmüştür. Anadolu bu zor zamanları en derinden hissetmiştir. Büyük Selçuklu Devletinin parçalanıp yıkılmasından sonra Anadolu Selçukluları da fazla dayanamamış Moğol işgaliyle dirliğini ve bağımsızlığını kaybetmiştir. Bu kargaşa ortamı içinde o zamana kadar Selçuklulara bağlı olan Beylikler kendi bağımsızlıklarını ilan etmiş, neredeyse Anadolu’nun her bölgesinde bir beylik devlet olma iddiasıyla baş göstermiştir. Daha sonra ki yıllarda ümmetin dirliğini tekrar sağlayacak Osmanlılar dışında hep birbirleriyle mücadele içindedirler. Bu kargaşadan en çok etkilenenler ise daha Anadolu’ya yeni yeni gelip yurt tutmaya çalışan Müslüman Türk boyları olmuştur. İslam dünyası dolayısıyla Anadolu için karanlığın en zifiri olduğu zamanlardır. 

İşte Yunus Emre böyle bir zamanda 13. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelmiştir. Farklı rivayetler olmakla beraber Eskişehir ili Sivrihisar İlçesine bağlı Sarıköy’den olduğu kuvvetle muhtemeldir. Kimi kaynaklarda ümmi olduğu, belli bir eğitimden geçmediği ifade edilse de biri divan olmak üzere iki önemli ve hacimli eser vermesi ayrıca belli bir eğitim gerektiren ciddi sayıda aruz ölçülü şiiri olması Yunus Emre’nin önemli bir eğitimden geçtiğini göstermektedir. Hatta Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre medrese eğitimini Konya’da almıştır. Kimi kaynaklara göre de bir dönem kadılık yapmıştır. Yunus Emre yaşadığı dönemde Mevlana Celaleddin Rumî(k.s.), Hacı Bektaş-ı Velî (k.s.) ve Ahi Evran (k.s.) gibi tasavvuf büyükleriyle aynı dönemde bulunmuştur; ancak o, Ahmet Yesevî (k.s.) hazretlerinin yaktığı çerağın Anadolu’daki ışıklarından Tapduk Emre’ye (k.s.) mürit olmuştur. Yunus’u, önce Derviş Yunus sonra da Bizim Yunus yapan da Tapduk Emre (k.s.) hazretleridir. Bizim Yunus’un kırk yıl Tapduk Emre (k.s.) dergâhında hizmetten sonra şeyhinden icazetle kendi dergâhını kurduğu rivayeti kuvvetli olsa da o, dervişlik deyince akla ilk gelen isimdir. Adeta dervişlik, sufîlik onunla özdeşleşmiştir yani mürşitlikten ziyade dervişliği ile bilinmiştir. Bununla beraber ilahileriyle adeta dervişliğin tanımını yapmıştır; tasavvuf yoluna girenlerin ondan yolun hâl, edep ve erkânına dair öğrendikleri pek çok şey vardır ve Derviş Yunus ilahileriyle bu kutlu hizmete hâlâ devam etmekte ve yedi yüz sene önce tutuştuğu aşk ateşi ile hâlâ gönülleri harlamaktadır. 

Yunus Emre’nin hayatı menkıbebî anlatımlarla günümüze ulaşmıştır. Hakkında yazılan eserlerin dönemine en yakını bile iki yüz yıl sonra kaleme alınmıştır. Bu da haliyle halk arasında dolaşan yarı efsane yarı hakikat rivayetlerin doğmasına sebep olmuştur. Ancak Anadolu insanınca o kadar benimsenmiştir ki kendisine atfedilen pek çok mezar ve makam olmakla birlikte kabrinin asıl yeri bilmemektedir. Bu durum kendisi gibi pek çok Hâk aşığında görülen bir durumdur. Anadoluda pek çok beldede adına yapılmış makamlar olduğu gibi Azerbaycan’daki Gah’ta bile bir makamı bulunmaktadır. Bununla beraber Yunus, Yunus Emre adıyla yazmış, söylemiş birden fazla şahıs olduğu bilinmektedir ki bu aslında Yunus Emre’nin ne kadar sahiplenildiğinin bir diğer göstergesidir. 

Efendimizin (s.a.v.) “… muhakkak ki şiirde hikmet vardır.” hadisine dayanarak gelişen İslam şiir geleneği, hem divanda hem de tekkelerde hikmeti dile getiren eşsiz bir sanat olarak tekke şiirini doğurmuştur. Yunus Emre (k.s.) ve diğer mutasavvıf şairlerin şiirleri, sadırlarından taşan İlahî aşkın terennümü olmakla beraber tekkede dervişlerin manevi eğitimi için söylenen nasihatlerde taşımaktadır. İlk örneklerini Ahmet Yesevi’nin (k.s.) hikmetleri ile veren Türk tasavvuf edebiyatı, Anadolu’da Yunus Emre hazretlerinin ilahileri ile mayalanmış; Süleyman Çelebi’nin (k.s.) yazdığı Mevlid-i Şerif ile zirveye çıkmıştır. Yunus Emre’nin bilinen iki eseri vardır, bunlar ilahilerinden oluşan divanı ile Risaletün Nushiye adlı manzum eseridir. Tekke edebiyatına kazandırdığı ilahileriyle yüzyıllar boyunca aşkla okunan ve dinlenen eserler vermiştir. Hatta ulaştığı özgünlük ile kendisinden sonraki yüzyıllarda Yunus gibi söylemek pek çok şair, ozan ve âşık için bir hedef olmuştur. Sehl-i mümteni denilen görünüşte basit ama manada derin sözler söylemenin en güzel örnekleri Yunus Emre ilahilerinde görülmektedir.  Kendisinden sonra Niyaz-ı Mısrî(k.s), Sümbül Sinan gibi pek çok mutasavvıf şairi de etkilemiştir. Ayrıca günümüzde de aynı ruhtan beslenen değerli şair Bestami Yazgan gibi şairlerin de Yunus Emre’den dersli olduklarını söyleyebiliriz. Nitekim her şeyin birbirine kolayca karıştırıldığı sosyal medyada Bestami Yazgan’a ait “Gülü İncitme Gönül” adlı şiirin altına Yunus Emre yazılı olarak paylaşıldığı vakidir. Aslında bu durum bile Yunus Emre’nin çağını aşan varoluşunun bir tezahürüdür. 

Yunus Emre hazretlerinin iki önemli eseri olduğundan bahsetmiştik. Bunlardan divanı, ilahilerinden oluşmaktadır, yüzden fazla yazma olduğu tespit edildiği gösteriyor ki bu eser Yunus Emre hazretlerinin kendi oluşturduğu divandan sonra da derleme yoluyla genişletilmiştir. Nitekim aslında Bizim Yunus’a ait olmayan ama Yunus mahlasıyla yazılmış başka ilahilerinde eklendiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen bu divan yüzyıllar boyu nerde bir ilim ve aşk sofrası kurulsa okunmuştur. İlahilerinde daha çok ilahi aşk, ihlas, salih amel, dervişlerin sahip olması gereken haller, bir mürşide bağlanmanın önemi gibi konuları işlemiştir.  Ayrıca bestelenmiş ilahileri, Mevlid-i Şerif okumalarının ayrılmaz dinletisi olmuştur. Türk tasavvuf edebiyatında Süleyman Çelebi (k.s.) hazretlerinin Mevlidi Şerif’inden sonra en çok okunan eser Yunus Emre hazretlerinin divanı olmuştur. Bazı dönemler Yunus Emre’nin (k.s) Muhyiddin İbni Arabî(k.s.) ve Mevlana(k.s.) gibi çağdaşı mutasavvıfların da benimsediği vahdeti vucüd meşrebinin, cezbe ve aşk halinin ilahilerine yansıması kimi zahir ulemasınca gadredilmesine sebep olmuştur. Bu durumun önemli örneklerinden biri olan, büyük âlim Ebussud Efendinin (rahmetullahi aleyh) Yunus Emre hazretlerinin ilahilerinin okunmasını men etmesi kaynaklarda belirtilmektedir. Hâsılı kelam Yunus Emre hazretlerinin kendi tabiriyle yüzyıllar boyu kendisini sîgâya çeken Molla Kasımlar hiç eksik olmamıştır. Ancak Yunus Emre hazretlerinin ilahi aşkla pişmiş şiirleri gönülleri coşturmaya devam etmiştir. 

Yunus Emre hazretlerinin ikinci eseri olan Risaletün Nushiye yani Nasihateler Risalesi adlı eserdir ve bu eser irşad ile vazifelendirilişinden sonraki dönem yazıldığını düşündürmektedir. Eser insanın manevi yolculuğunu anlatan tasavvufi bir öğüt kitabıdır. Bu eseri divanından farklı olarak belli bir konu bütünlüğü sahip olup mesnevi türündedir.  Yunus Emre hazretlerinin bu eseri ve divanının, Mevlana (k.s.) hazretlerinin Farsça olarak yazdığı Mesnevi’sinde anlatılan hakikatlerin Türkçe olarak yazılmış hali olduğu söylenebilir. Risaletün Nushiye aruz ölçüsüyle yazılmıştır ve toplam 600 beyitten ibarettir. Giriş ve kısa bir mensur bölümden sonra kalan kısım toplam altı bölümdür. Eser Yunus Emre hazretlerinin ilahilerine nazaran şiirsel yönü daha zayıftır ancak ele aldığı hakikatleri sembollerle sunarak hikayeleştirmiştir. Risaletün Nushiye, Türk tasavvuf edebiyatının başucu eserlerinden biridir. 

 

 Yunus Emre, Derviş Yunus ya da Bizim Yunus zor bir zamanda Anadolu’ya aşk mayası çalan bir gönül insanıdır. Tapduk Emre (k.s.) dergâhında kırk yıl kâh dağdan odun taşıyarak kâh çarşı pazarda su dağıtarak hizmet etmiş ham nefsini hâk yolunda pişirmiş bir derviştir. Nice Allah adamının yaptığı gibi uzun yolculuklara çıkmış, Anadolu’yu karış karış dolaşmış hatta Suriye, Kafkaslar ve Azerbaycan gibi uzak illere kadar gitmiş, yürüdükçe pişmiş; “baba Tapduk manasını” uğradığı ellere saçmış, tekrar dergâha Bizim Yunus olarak dönmüştür. Bizim Yunus olmaklığı sadece hep arzuladığı o “bir gönle girmeyi” başarmış olması değildir, bununla beraber onun bizim de yani Anadolu’nun türlü dertlerle bezmiş insanın da gönlüne yeniden iman neşesi verebilmiş olmasıyladır aynı zamanda bizim de Yunus’umuz oluşu. Yunus Emre hazretlerinin hazreti Mevlana’ya(k.s) hitaben söylediği rivayet edilen “Mevlana Hüdavendigar bize nazar kıldı kılalı onun görklü nazarı gönlümüzün aynasıdır.” sözünden ilhamla haddimiz olmayarak söylersek Anadolu insanı için geçmişten bu güne “Türkmen pîrî Yunus Emre hazretlerinin dilinden o eşsiz inciler döküldü döküleli onun sözleri yolumuzun ışığı gönlümüzün cilasıdır.” diyebiliriz herhalde. Yazımıza bu koca Türkmen dervişinin bir beyitiyle son verelim:

“Biz sevdik âşık olduk sevildik mâşûk olduk 

  Her dem yeni doğarız bizden kim usanası”


Hüseyin H. ARSLAN

8 Nisan 2020 Çarşamba

YANIBAŞIMIZDA UNUTTUĞUMUZ KIYMET: KOMŞULUK


Bu yazı Mostar dergisi Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.

            Popüler tabirle yatay mimarili mahallelerde, köylerde doğup büyümüş sonradan, dikey mimarili, minimal yaşam alanlı sitelerin mukimi olmuş bizim neslin çocukluk ve ilk gençlik zamanlarının tatlı hatıraları olarak kalmıştır komşuluk ilişkileri. Her biri ayrı avlulara sahip ortalama yüz-yüz elli haneli köy ve mahallelerimizde herkesin herkese yakın olduğu, hayatı tüm yönleriyle beraber paylaştığımız yaşam biçiminden; altlı üstlü, dip dibe ikamet ettiğimiz sitelerde bir selamı bile paylaşmadan yaşadığımız tuhaf zamanlara geldik. Haliyle “hey gidi günler” kabilinden böyle bir yazı yazmanın gereği orta çıkıyor diye düşünüyorum.
            Peki neydi komşuluk, nasıl ortaya çıkmıştır? Evvela söyleyelim ki, medeniyetimizin en işlek kavramlarından biri olan komşuluk, bizde hem inanç hem de gelenek açısından derin köklere ve ilahi referanslara sahiptir. Türkçe kon(mak) kelimesinden türetilen “karşılıklı konaklamak” anlamına gelen “konış” kelimesinin zamanla söyleniş değişikliğine uğramış halidir, komşu kelimesi. Zaten Anadolu’nun kimi yerlerinde hâlâ eski söylenişe benzer “konşu” şeklinde telaffuz edilir. Eski Türk boylarının konargöçer yapısı düşünüldüğünde “karşılıklı konaklamak” anlamı anlaşılacaktır. Bu karşılıklı konaklamanın birbirlerine güven ve samimiyet duyanlarca yapılmasından ise geleneksel komşuluğun güven ve samimiyet ilkeleri üzerine kurulduğunu çıkarabiliriz.
Komşuluğun ikinci temeli ise inanç boyutudur. Medeniyetimizin hemen her öğesi ya ilahî bir buyruğa ya da Efendimizin(s.a.v) sünnetine dayanmaktadır, mesela sadaka taşları “bir elin verdiğini öteki elin görmemesi” şeklindeki nebevî inceliğin yansımasıdır. Komşuluk hukuku da aynı kaynakla ilkelerini netleştirmektedir. Kuran-ı Kerim’de Allah Teala’nın “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elinizin altında bulunanlara iyi davranın…” (Nisa 36) buyruğu ile Efendimizin (S. A. V.) “Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben, Allah-u Teala komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” ve “Komşusu açken kendisi tok yatan mü’min değildir.” gibi hadisleri komşuluk ve hukukunun inanç temellerini ifade etmektedir. Komşuluğun gelenek açısından bakıldığında toplu yaşamanın temel bir gereği olduğu, inanç açısından bakıldığında titizlikle korunması gereken bir hukuku olduğu aşikârdır. Yine Hasan Basrî(Ra.) Efendimiz’den (S.a.v) nakille komşuluğun sınırını “Önden kırk ev, arkadan kırk ev, sağdan kırk ev, soldan kırk evdir.” şeklinde tarif eder. İşte bu buyruklardır ki komşuluğu, hayatımızın önemli bir görevi kılmaktadır.
            Bazen kaybettiklerimizin kıymetini daha iyi anlamak için bir yabancının konuyla ilgili değerlendirmelerine kulak vermek faydalı olabilir. Nitekim Osmanlı’da Günlük Yaşam adlı kitabın yazarı olan Raphaela Lewis Osmanlı mahallesini şöyle anlatır: “Osmanlı kültüründe birey için “mahalle” ailesinden sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sakinleri arasında hemşerilikten daha kuvvetli, adeta akrabalık derecesinde dayanışma vardı. Herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterirdi. Bu nedenle yapıların manzara cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı.” Raphaela bu ifadelerden anlaşılıyor ki komşuluk ve mahalle hukukuna ancak kıyısından kenarından vakıf olabilmiştir. Onun fark edemediği en önemli incelik, evlerin birbirinin manzarasını etkilemeyecek şekilde konumlandırılmasının asıl hikmeti mahremiyete duyulan hassasiyettir. Osmanlı ve diğer İslam toplumlarında komşuluk ilişkilerinde üzerinde en hassas olunan konu mahremiyettir. Öyle ki kapı tokmaklarının gelen ziyaretçilerin cinsiyetini belli edecek biçimde farklı sesler vererek ev halkının ona göre tedbir almasını sağlamak için iki tane halka olması, evlerin önce sofa sonra avlu denilen bölümlerinden geçilerek sokağa ulaşılacak şekilde tasarlanması, çıkmaz sokak diye bugün tabir ettiğimiz aslında birkaç eve ait avlunun sokakla doğrudan alakasının önüne geçmek için bırakılan girintilerin oluşu hep mahremiyete duyulan hassasiyetin sonucudur. Yine Osmanlı ev mimarisinde balkon olmayışı lakin balkon yerine avlu- bahçe alanlarının oluşu aynı hasassasiyetin eseridir. Sıklıkla yapılan komşu ziyaretlerinde de mutlaka erkek ve kadınlar ayrı odalarda ağırlanması da yine aynı durumun neticesidir. Genelde her evde avlu içinde ayrı bir oda bulunur yatılı gelen misafirler burada kalırlardı. Bu odaların köylerde daha faal kullanıldığını hatta misafir ağırlama konusunda komşuların adeta birbirleriyle yarıştıklarını söyleyebiliriz. Büyüklerimizden, köylerine giderken köyümüzün içinden geçmek durumunda olan yolcuları, o zamanlar otomobil vs. araçlar yaygın değildir, çevirip zorla misafir ettiklerini çok duymuşuzdur. Bu durum bizde komşuluk sınırlarının fiziki açıdan çok daha geniş tutulduğunu da göstermesi açısından ilginçtir. Öyle ki komşu ev kadar, komşu mahalle, komşu köy kavramları da komşuluk lügatimize dâhildir.
            Bir kavramın ya da yaşantının toplum tarafından benimsendiğinin hatta vazgeçilemez olduğunun en önemli belirtisi yazılı kanunlara yansımasıdır. Komşuluk hukuku denilen kavram belki sadece İslam toplumlarında olan bir kavramdır. Bugün Batı’dan kopyala yapıştır yaparak aldığımız kanunlarda komşuluk hukuku yer almasa da İslam Hukukunun önemli meselelerinde komşuluk ilişkilerinin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. “Şuf’a hakkı, komşu şahitlikleri, avarız vakıfları” gibi doğrudan ve dolaylı hukuki kavramların komşuluk üzerine olması, komşuluğun toplum hayatındaki vazgeçilmezliğini göstermektedir. 
Şuf’a hakkı, kısaca bir mülkün satışında ilk teklifin komşuya yapılması gerektiği ya da komşuların rızası ile üçüncü derece alıcılara satılabilmesi anlamına gelmektedir. Bu kural İslam hukukunda başlıca bir konudur ve Osmanlı toplumunda ciddiyetle uygulanmıştır. Nitekim bu hakkın ihlal edildiği alışverişlerin kadı tarafından iptal edildiği çoklukla vakidir. Kaynaklar bu kuralın hikmetini mahalle huzurunun korunmak istenmesiyle açıklamaktadırlar.
Komşu şahitlikleri, bazı yargılamalar sırasında yeterli delil ve şahit bulunamadığı zaman kendisine suç isnat edilen kişiler hakkında komşularının olumlu(hüsn-i hal) ya da olumsuz(su-i hal) şahitlikleri hükmün verilmesinde önemli bir etkendir Osmanlı hukukunda; yani suçlu şüphesiyle yargılanan, ama hakkında net hüküm vermeyi sağlayacak delil ve şahitlerin yeterli olmaması durumunda, bu kimseler için komşularının “yaramaz insandır“ ya da “biz bir kötülüğünü görmedik” kabilinden beyanları haklarında verilecek hükmü doğrudan etkilediği görülmektedir. Bir diğer dikkate değer uygulama ise; herhangi bir mahallede gerçekleşen faili meçhul cinayetlerde tüm mahalle sakinlerinin maktülün yakınlarına diyet ödeme yükümlülüğü getirilmiş olmasıdır. Böylelikle “bana necilik” ortadan kaldırılmakta komşuların hem birbirlerinden hem de mahallerinde olan biten olaylarda sorumluluk almaları sağlanmaktadır. Bazı uygulamalar ise mahallede komşuların yaptırım güçlerini örneklemesi bakımından ilginçtir, şöyle ki: Gayri ahlaki davranışlar sergileyen kişiler komşuları tarafından önce uyarılır, düzelme olmazsa kapılarına katran sürülerek ifşa edilirdi, hatta bu tür kişilerin mahalleden çıkarılmasını isteme hakları da vardı.
Avarız vakfı ya da avarız sandığı olarak isimlendirilen kurumlar, komşuların birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışması ile mahallenin cami, mektep, medreselerinin bakım ve onarımları gibi işler için kurulmuş tamamen mahalle sakinlerinin yardımlarıyla çalışan kurumlardı.
İşte yukarıda belirttiğimiz hukukî ve sosyal uygulamalarla komşunun komşu üzerindeki hakkı yasal bir zemine oturtulmaktadır. Böylelikle komşuluk ilişkilerinde bana necilik önlenmiş, toplum kendi otokontrol mekanizmalarını geliştirmiştir. Bugün tabi olduğumuz kanunların içerisinde bu minvalde uygulamaların yer almamış olmasının en önemli sebebi yukarıda belirttiğimiz gibi kanunların, bizden olmayan Batı’dan taklit edilmesidir. Haliyle Batı kültüründe komşuluğun bir hukuku olmadığı sonucu da buradan anlaşılmaktadır.
Anadolu’da imece veya höbülleşme denilen çok önemli bir kavram vardır. Modernleşmeye tam teslim olmamış küçük şehirlerde ve köylerde yaşatılan imece kültürü, komşuların ortak menfaate dayalı işleri beraber görmeleri veya şahsi işlerinde sırayla birbirleriyle yardımlaşmaları demektir. Günlük hayatın pek çok alanında komşunun komşuya muhtaçlığının en bariz sonuçlarındandır. Elbirliğinin, yardımlaşmanın, dayanışmanın tezahürüdür.  İmecede esas olan mahallenin ya da köyün ortak menfaate dayalı işlerinin beraber halledilmesi iken; höbülleşme ise daha çok komşuların birbirlerinin işlerini sırayla halletmeleri anlamlarına gelmektedir.
Eski komşuluk ilişkilerindeki bir diğer güzellik ise cenaze taziyelerinde görülmektedir ki bu: Sünneti Seniyye’den tevarüs edilen bir uygulama olan taziye evinde yemek pişmesine komşularca müsaade edilmemesidir. Eğer bir evden cenaze kalkmışsa üç gün süreyle genelde cenaze evinin kıble tarafından başlayarak sırayla cenaze sahiplerinin yemek ihtiyaçları komşuları tarafından giderilirdi. Bu güzel uygulamanın yine bazı Anadolu şehirlerinde korunmakta olduğunu görmekteyiz.
Medeniyetimizin en önemli dinamiklerinden biri olan komşuluk ilişkileri elbette bu anlattıklarımızla sınırlı değil. Ama girişte belirttiğimiz gibi komşunun artık külüne değil selamına, güler yüzüne, güvenine kısaca birbirine muhtaç olduğu bir çağda yaşıyoruz. Peki, bizi yukarıda anlatmaya çalıştığımız bu kıymetten uzaklaştıran nedir?  Herhalde bu sorunun cevabını ancak komşularımızla iyi ilişkiler kurduğumuzda verebileceğiz.

26 Mart 2020 Perşembe

CENGİZ AYTMATOV’UN GÜN OLUR ASRA BEDEL ROMANINDA DÖRT HAYVAN İMGESİ YA DA ÇARESİZLİK – ASALET – KÖLELİK – ÖZGÜRLÜK


Çare dergisi 5. sayısında yayınlanmıştır. 


    Cengiz Aytmatov’un en önemli eseri kuşkusuz “Gün Olur Asra Bedel” romanıdır. Hakkında pek çok inceleme – tahlil yazısı yazılmış; edebiyattan sosyolojiye hatta tarih ve siyaset bilimlerine konu olmuştur. Teknik yönü kadar işlediği konu ve konular ile farklı ve zengin çağrışımlara açık ayrıntılarıyla tam bir şah eserdir. 
    Aytmatov Gün Olur Asra Bedel’i 1980 yılında yazmıştır. Her yönden özgün oluşuyla büyük ilgi görmüştür. Özellikle zamanının Sovyet idaresini örtülü olarak eleştirmesi, yıllarca sosyalizmin ağır politikalarına maruz kalarak Orta Asya Türklüğünün uzaklaştığı milli ve manevi değerlerini hatırlatması ile ideolojilerin insanın kimlik algısını yerle bir eden yapısını ifşa etmesi bu yoğun ilginin sebeplerindendir. Özellikle romanda anlattığı, daha önce duyulmamış “mankurt” efsanesi ile siyaset, sosyoloji ve felsefe dünyasına yeni bir kavram kazandırmıştır: “mankurtlaşmak”.
    Hiç şüphesiz bu eser; özgün bir bütünlük içerisinde işlediği, işaret ettiği konular ve okuyucunun birikimine bağlı olarak değişebilen çağrışımları ile farklı yönlerden değerlendirilebilir. Bu değerlendirmeler sonucu romanın orijinalinden daha geniş hacimli şerhleri ortaya çıkabilir. Mesela; romanın tekniği, milli ve manevi değer algılarındaki değişim, hâkim siyasi erkin tahakkümü, insan iradesi ve ideolojilerin bu irade üzerine etkisi, romanda bahsi geçen efsane ve hikâyelerin işaretleri, bilim ve teknolojinin insanlığın gelişimi üzerine etkilerinin konu edilmesi gibi pek çok farklı bakış açılarıyla söz konusu roman değerlendirilebilir. Biz bu yazımızda romanda geçen dört farklı hayvan kakrakteri üzerinden Aytmatov’un imgelemeye yani örtülü olarak vermeye çalıştığı anlamları ele alacağız. 
    Eğer esaret altındaki bir sanatçı hürriyete âşık, milletine sevdalıysa davasını Aytmatov gibi imgeler arkasına iliştirir. Onun mankurt efsanesi ile anlatmak istedikleri de romandaki hayvanlarla vermek istediği mesajlar da aynı şeydir. Zaten Gün Olur Asra Bedel romanın devamı olarak kaleme aldığı ve Stalin dönemi zulümleri anlattığı Cengiz Hana Küsen Bulut romanını Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra yayınlanmış olması Aytmatov’un neden milli ve manevi uyanış mesajlarını imgeler ardına gizlediğini açıklamaktadır. Biz bu yazıda işte bu romanda olduğunu düşündüğümüz imgelerin peşine düşmeye ya da en azından bu bakış açısıyla okuma ve anlamlandırma denemesi yapmaya çalışacağız. 
    Aytmatov, romanda dört hayvan üzerinde özellikle durmaktadır.  Bu hayvanlar tilki, deve Karanar, köpek Yolbars ve akkuyruklu çaylaktır. Bu hayvanlar romanda birer figür değil, birer karakterdir. 
    Roman, tilkinin açlıktan bîtap düşmüş halde ıssız bozkırda yiyecek aramak maksadıyla tren yolunun etrafına gelmek zorunda kalışının anlatılmasıyla başlar. Burası roman kahramanı Yedigey ve ailesinin yaşadığı, Kazakistan’da Sarı Özek bozkırını ikiye bölen tren yolunun üstünde bulunan Boranlı istasyonunun yakınlarıdır. Tilki, bir bozkır hayvanıdır, öz yurdu da insanların uzağında bozkırın bağrıdır. Ancak koca bozkırda hiçbir av yakalayamayınca trenlerden korkmasına rağmen yiyecek bulma umuduyla tren yoluna kadar gelerek yolcuların trenden attığı çöpleri karıştırmaktadır. Boranlı’daki insanlar da çeşitli sebeplerle öz yurdundan kopmuş(Yedigey gibi) ya da koparılmış(Kazangap ve Abutalip gibi) insanların ıssız Sarı Özek bozkırının ortasında bir istasyon ve üç beş evden oluşan Boranlı’ya sıkışıp kalmışlardır. Romanın başkahramanı Yedigey başta olmak üzere tüm Boranlılar kaderin bir cilvesi olarak oradadırlar ve orada olmak en azından ilk geldikleri günlerde istedikleri bir şey değildir. Aytmatov girişte verdiği bu tasvirle zihnimizi anlatacağı hikâyeye hazırlamaktadır. Bozkırın bu ıssız köşesine ekmek parası için gelmek zorunda kalan tüm Boranlıların hikâyesine. Tilki, bu yönüyle romanda çaresiz kalmış insanların temsilidir.
    Romanda üzerinde en çok durulan hayvan karakteri Yedigey’in devesi Karanar’dır. Karanar, Yedigey’e Boranlıya ilk geldiği günlerde daha yavruyken onu Boranlı’ya getiren Kazangap tarafından hediye edilir. Büyüdükçe güçlenir, büyüklüğüyle ve gücüyle bölgenin en meşhur devesi olur. Roman boyunca sık sık Yedigey’in Karanar ile yaşadıkları anlatılır. Karanar’ın büyüdükçe eşi benzeri olmayan güçte bir deve olduğundan ve bununla beraber Yedigey’e de çok sıkıntı verdiğinden bahseder Aytmatov. Zapt edilmesi güç, dev gibi bir devedir Karanar. Karanar’ın bu gücü soyundan gelmektedir. Çünkü o mankurt efsanesinde adı geçen Nayman Ana’nın devesi Akmaya’nın soyundandır ve Akmaya gücü ve güzelliği ile namlı bir dişi devedir. Romanda bizi Karanar’ın temsil ettiği anlamları düşündürmeye yönelten belirgin işaretler vardır. Aytmatov, Karanar üzerinden köklerin şahsiyet üzerine etkisini işaret eder, asalet vurgusu yapar. Gücün ve asaletin, geçmişle ve kökenle doğrudan bağlantılı olduğunu anlatmak ister. Aytmatov, Karanar ile komünizm idaresinde Rus tahakkümündeki soydaşlarına özgürlük mesajı vermektedir. Romanın bir yerinde Karanar’la ilgili olarak “Hür yaşamaya alışan köleliğe kolay kolay alışamaz.” dedirtmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Karanar’ın gücü soyundan gelmektedir ve Aytmatov bu imgeyle Türk milletinin soylu geçmişine atıf yapmaktadır. 
    Romanda geçen üçüncü önemli hayvan Yedigey’in köpeği Yolbars’tır. Yolbars her köpek gibi itaatkâr bir hayvandır. Romanın üst zaman katmanında anlatılan Kazangap’ın cenazesini Ana-Beyit mezarlığına götüren kafilenin peşine takılmıştır. Silik, kimliksiz “kızıl tüylü” bir köpektir. Geçmişi verilmez, sadece sadık oluşu anlatılır Aytmatov tarafından. Sessiz sedasız kafilenin başındaki sahibi Yedigey’i takip eder. Onun bu tavrı akkuyruklu çaylak tarafından fark edilir. Akkuyruklu çaylak romanda bahsi geçen dördüncü önemli hayvandır. Avlanmak için bölgesi üzerinde uçarken cenaze kafilesini fark etmiş ve takip etmeye başlamıştır. Dikkatini en çok onları hiç bırakmayan Yolbars çeker. Kendi av bölgesinde bulunan bu insanlardan rahatsız olsa da en çok peşlerindeki bu kızıl tüylü köpekten nefret eder. Köpeğin insanların peşinde olmasını bir türlü anlamlandıramaz. Akkuyruklu çaylağın av bölgesi çitlerle çevrili yasak bölgedir. Ama bu çitler, sınırlar ona engel olamaz; o özgürce bölgesinin üzerinde uçmaktadır. İşte iki hayvanın bu durumları kölelik ve özgürlük gibi birbirinin zıddı iki kavramı imgeler. Her ikisi de romanın son kısmında verilir. Mesaj açıktır. 
    Bir sanat eserinde tasvir edilen her ayrıntı sanatçı tarafından bilinçli bir şekilde içine yerleştirilmiştir. İnsan dışındaki varlıklar da sanat eserinde dekor olmanın ötesinde sanatçı tarafından belirlenen bir amaca hizmet ederler. İşte Aytmatov da “Gün Olur Asra Bedel” romanında işlediği tüm konuları ve içindeki tüm varlıkları bu sebeple bilinçli bir şekilde okuyucunun algısına sunmaktadır. 

Hüseyin Hilmi ARSLAN