Bu yazı Mostar dergisi Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.
Popüler tabirle yatay mimarili
mahallelerde, köylerde doğup büyümüş sonradan, dikey mimarili, minimal yaşam
alanlı sitelerin mukimi olmuş bizim neslin çocukluk ve ilk gençlik zamanlarının
tatlı hatıraları olarak kalmıştır komşuluk ilişkileri. Her biri ayrı avlulara
sahip ortalama yüz-yüz elli haneli köy ve mahallelerimizde herkesin herkese
yakın olduğu, hayatı tüm yönleriyle beraber paylaştığımız yaşam biçiminden;
altlı üstlü, dip dibe ikamet ettiğimiz sitelerde bir selamı bile paylaşmadan yaşadığımız
tuhaf zamanlara geldik. Haliyle “hey gidi günler” kabilinden böyle bir yazı
yazmanın gereği orta çıkıyor diye düşünüyorum.
Peki neydi komşuluk, nasıl ortaya
çıkmıştır? Evvela söyleyelim ki, medeniyetimizin en işlek kavramlarından biri
olan komşuluk, bizde hem inanç hem de gelenek açısından derin köklere ve ilahi
referanslara sahiptir. Türkçe kon(mak) kelimesinden türetilen “karşılıklı
konaklamak” anlamına gelen “konış” kelimesinin zamanla söyleniş değişikliğine
uğramış halidir, komşu kelimesi. Zaten Anadolu’nun kimi yerlerinde hâlâ eski söylenişe
benzer “konşu” şeklinde telaffuz edilir. Eski Türk boylarının konargöçer yapısı
düşünüldüğünde “karşılıklı konaklamak” anlamı anlaşılacaktır. Bu karşılıklı
konaklamanın birbirlerine güven ve samimiyet duyanlarca yapılmasından ise
geleneksel komşuluğun güven ve samimiyet ilkeleri üzerine kurulduğunu
çıkarabiliriz.
Komşuluğun ikinci temeli ise inanç boyutudur. Medeniyetimizin
hemen her öğesi ya ilahî bir buyruğa ya da Efendimizin(s.a.v) sünnetine dayanmaktadır,
mesela sadaka taşları “bir elin verdiğini öteki elin görmemesi” şeklindeki
nebevî inceliğin yansımasıdır. Komşuluk hukuku da aynı kaynakla ilkelerini
netleştirmektedir. Kuran-ı Kerim’de Allah Teala’nın “Allah’a kulluk edin ve
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara,
yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elinizin altında
bulunanlara iyi davranın…” (Nisa 36) buyruğu ile Efendimizin (S. A. V.) “Cebrail
bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben, Allah-u Teala
komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” ve “Komşusu açken kendisi tok yatan
mü’min değildir.” gibi hadisleri komşuluk ve hukukunun inanç temellerini ifade
etmektedir. Komşuluğun gelenek açısından bakıldığında toplu yaşamanın temel bir
gereği olduğu, inanç açısından bakıldığında titizlikle korunması gereken bir
hukuku olduğu aşikârdır. Yine Hasan Basrî(Ra.) Efendimiz’den (S.a.v) nakille
komşuluğun sınırını “Önden kırk ev, arkadan kırk ev, sağdan kırk ev, soldan
kırk evdir.” şeklinde tarif eder. İşte bu buyruklardır ki komşuluğu,
hayatımızın önemli bir görevi kılmaktadır.
Bazen kaybettiklerimizin kıymetini
daha iyi anlamak için bir yabancının konuyla ilgili değerlendirmelerine kulak
vermek faydalı olabilir. Nitekim Osmanlı’da Günlük Yaşam adlı kitabın yazarı
olan Raphaela Lewis Osmanlı mahallesini şöyle anlatır: “Osmanlı kültüründe
birey için “mahalle” ailesinden sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sakinleri
arasında hemşerilikten daha kuvvetli, adeta akrabalık derecesinde dayanışma
vardı. Herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterirdi. Bu nedenle
yapıların manzara cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde
içerlek yapılırdı.” Raphaela bu ifadelerden anlaşılıyor ki komşuluk ve mahalle
hukukuna ancak kıyısından kenarından vakıf olabilmiştir. Onun fark edemediği en
önemli incelik, evlerin birbirinin manzarasını etkilemeyecek şekilde
konumlandırılmasının asıl hikmeti mahremiyete duyulan hassasiyettir. Osmanlı ve
diğer İslam toplumlarında komşuluk ilişkilerinde üzerinde en hassas olunan konu
mahremiyettir. Öyle ki kapı tokmaklarının gelen ziyaretçilerin cinsiyetini
belli edecek biçimde farklı sesler vererek ev halkının ona göre tedbir almasını
sağlamak için iki tane halka olması, evlerin önce sofa sonra avlu denilen
bölümlerinden geçilerek sokağa ulaşılacak şekilde tasarlanması, çıkmaz sokak
diye bugün tabir ettiğimiz aslında birkaç eve ait avlunun sokakla doğrudan
alakasının önüne geçmek için bırakılan girintilerin oluşu hep mahremiyete
duyulan hassasiyetin sonucudur. Yine Osmanlı ev mimarisinde balkon olmayışı
lakin balkon yerine avlu- bahçe alanlarının oluşu aynı hasassasiyetin eseridir.
Sıklıkla yapılan komşu ziyaretlerinde de mutlaka erkek ve kadınlar ayrı
odalarda ağırlanması da yine aynı durumun neticesidir. Genelde her evde avlu
içinde ayrı bir oda bulunur yatılı gelen misafirler burada kalırlardı. Bu
odaların köylerde daha faal kullanıldığını hatta misafir ağırlama konusunda
komşuların adeta birbirleriyle yarıştıklarını söyleyebiliriz. Büyüklerimizden,
köylerine giderken köyümüzün içinden geçmek durumunda olan yolcuları, o
zamanlar otomobil vs. araçlar yaygın değildir, çevirip zorla misafir
ettiklerini çok duymuşuzdur. Bu durum bizde komşuluk sınırlarının fiziki açıdan
çok daha geniş tutulduğunu da göstermesi açısından ilginçtir. Öyle ki komşu ev
kadar, komşu mahalle, komşu köy kavramları da komşuluk lügatimize dâhildir.
Bir kavramın ya da yaşantının toplum
tarafından benimsendiğinin hatta vazgeçilemez olduğunun en önemli belirtisi
yazılı kanunlara yansımasıdır. Komşuluk hukuku denilen kavram belki sadece
İslam toplumlarında olan bir kavramdır. Bugün Batı’dan kopyala yapıştır yaparak
aldığımız kanunlarda komşuluk hukuku yer almasa da İslam Hukukunun önemli
meselelerinde komşuluk ilişkilerinin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
“Şuf’a hakkı, komşu şahitlikleri, avarız vakıfları” gibi doğrudan ve dolaylı
hukuki kavramların komşuluk üzerine olması, komşuluğun toplum hayatındaki
vazgeçilmezliğini göstermektedir.
Şuf’a hakkı, kısaca bir mülkün satışında ilk teklifin komşuya
yapılması gerektiği ya da komşuların rızası ile üçüncü derece alıcılara
satılabilmesi anlamına gelmektedir. Bu kural İslam hukukunda başlıca bir
konudur ve Osmanlı toplumunda ciddiyetle uygulanmıştır. Nitekim bu hakkın ihlal
edildiği alışverişlerin kadı tarafından iptal edildiği çoklukla vakidir.
Kaynaklar bu kuralın hikmetini mahalle huzurunun korunmak istenmesiyle
açıklamaktadırlar.
Komşu şahitlikleri, bazı yargılamalar sırasında yeterli delil
ve şahit bulunamadığı zaman kendisine suç isnat edilen kişiler hakkında
komşularının olumlu(hüsn-i hal) ya da olumsuz(su-i hal) şahitlikleri hükmün
verilmesinde önemli bir etkendir Osmanlı hukukunda; yani suçlu şüphesiyle
yargılanan, ama hakkında net hüküm vermeyi sağlayacak delil ve şahitlerin
yeterli olmaması durumunda, bu kimseler için komşularının “yaramaz insandır“ ya
da “biz bir kötülüğünü görmedik” kabilinden beyanları haklarında verilecek
hükmü doğrudan etkilediği görülmektedir. Bir diğer dikkate değer uygulama ise;
herhangi bir mahallede gerçekleşen faili meçhul cinayetlerde tüm mahalle
sakinlerinin maktülün yakınlarına diyet ödeme yükümlülüğü getirilmiş olmasıdır.
Böylelikle “bana necilik” ortadan kaldırılmakta komşuların hem birbirlerinden
hem de mahallerinde olan biten olaylarda sorumluluk almaları sağlanmaktadır. Bazı
uygulamalar ise mahallede komşuların yaptırım güçlerini örneklemesi bakımından
ilginçtir, şöyle ki: Gayri ahlaki davranışlar sergileyen kişiler komşuları tarafından
önce uyarılır, düzelme olmazsa kapılarına katran sürülerek ifşa edilirdi, hatta
bu tür kişilerin mahalleden çıkarılmasını isteme hakları da vardı.
Avarız vakfı ya da avarız sandığı olarak isimlendirilen kurumlar,
komşuların birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışması ile mahallenin cami,
mektep, medreselerinin bakım ve onarımları gibi işler için kurulmuş tamamen
mahalle sakinlerinin yardımlarıyla çalışan kurumlardı.
İşte yukarıda belirttiğimiz hukukî ve sosyal uygulamalarla
komşunun komşu üzerindeki hakkı yasal bir zemine oturtulmaktadır. Böylelikle
komşuluk ilişkilerinde bana necilik önlenmiş, toplum kendi otokontrol
mekanizmalarını geliştirmiştir. Bugün tabi olduğumuz kanunların içerisinde bu
minvalde uygulamaların yer almamış olmasının en önemli sebebi yukarıda
belirttiğimiz gibi kanunların, bizden olmayan Batı’dan taklit edilmesidir.
Haliyle Batı kültüründe komşuluğun bir hukuku olmadığı sonucu da buradan
anlaşılmaktadır.
Anadolu’da imece veya höbülleşme denilen çok önemli bir kavram
vardır. Modernleşmeye tam teslim olmamış küçük şehirlerde ve köylerde yaşatılan
imece kültürü, komşuların ortak menfaate dayalı işleri beraber görmeleri veya şahsi
işlerinde sırayla birbirleriyle yardımlaşmaları demektir. Günlük hayatın pek
çok alanında komşunun komşuya muhtaçlığının en bariz sonuçlarındandır. Elbirliğinin,
yardımlaşmanın, dayanışmanın tezahürüdür.
İmecede esas olan mahallenin ya da köyün ortak menfaate dayalı işlerinin
beraber halledilmesi iken; höbülleşme ise daha çok komşuların birbirlerinin işlerini
sırayla halletmeleri anlamlarına gelmektedir.
Eski komşuluk ilişkilerindeki bir diğer güzellik ise cenaze taziyelerinde
görülmektedir ki bu: Sünneti Seniyye’den tevarüs edilen bir uygulama olan
taziye evinde yemek pişmesine komşularca müsaade edilmemesidir. Eğer bir evden
cenaze kalkmışsa üç gün süreyle genelde cenaze evinin kıble tarafından
başlayarak sırayla cenaze sahiplerinin yemek ihtiyaçları komşuları tarafından giderilirdi.
Bu güzel uygulamanın yine bazı Anadolu şehirlerinde korunmakta olduğunu
görmekteyiz.
Medeniyetimizin en önemli dinamiklerinden biri olan komşuluk
ilişkileri elbette bu anlattıklarımızla sınırlı değil. Ama girişte
belirttiğimiz gibi komşunun artık külüne değil selamına, güler yüzüne, güvenine
kısaca birbirine muhtaç olduğu bir çağda yaşıyoruz. Peki, bizi yukarıda
anlatmaya çalıştığımız bu kıymetten uzaklaştıran nedir? Herhalde bu sorunun cevabını ancak
komşularımızla iyi ilişkiler kurduğumuzda verebileceğiz.